07.09.2021
Röportaj: İlayda Güler
İllüstrasyon: Saydan Akşit
Piyanist ve besteci Baki Duyarlar uzun yıllardır, genlerinde taşıdığı Türk Müziği bilgisine Klasik Batı Müziği ve caz eğitimlerinden aldıklarını ekleyerek, geniş bir spektrumda ahenkle birleşen, son derece keşifçi ve özgün müzikler üretiyor. Son projesi JazzArk ile birlikte Akbank Caz Festivali kapsamında, 9 Ekim’de, Zorlu PSM Drama Sahnesi’nde çalacağı konser vesilesiyle seslendiğimiz müzisyene, dönüşen müzikal kimlikleri ve Türkiye cazı hakkındaki düşünceleri üzerine merak ettiklerimizi sorduk.
Eski Türk usul ve makamlarıyla cazı buluşturan JazzArk nasıl filizlendi, temel motivasyonu neydi? Bestecisi olarak, her şeyin başında zihninizde duyduğunuz müziği kelimelerle nasıl ifade edersiniz?
JazzArk projesinin temel motivasyonu çocukluğumda duyduğum müzikler. Yaratıcısı, müziği yazarken veya doğaçlama yaparken çoğu zaman bir kaygı duyar. JazzArk müziğinin ise kendini rahat bırakmış ve bir an için birtakım kaygılardan uzaklaşmış bir müzik olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu projede caz yapmanın, yapmamanın, Türkiyeli olmanın ya da olmamanın hiçbir önemi yok.
JazzArk projesi, isim tercihiyle Nuh’un Gemisi efsanesine atıfta bulunuyor. Bu bağlantıya dair neler söylersiniz?
Nuh’un Gemisi’nin diğer bir tarifi “sandık” kelimesidir. JazzArk projesindeki müziğin yarattığı hava, bestelerde ve doğaçlamalarda kullanılan müzikal malzeme o kadar Nuh Nebi’den kalma ki bugün çok yeni gibi duyuluyor. Çocukluğumda duyduğum müziklerin aile sandığından çıkarılmış olması sebebi ile projenin adı Nuh’un Gemisi’ne atıfta bulunuyor.
Akustik piyano, Türk vurmalı çalgıları ve 5 telli kontrabas pek sık rastlamadığımız bir trio formatı. Eşlikçileriniz Mehmet Akatay ve Kristian Lind ile bir araya geliş serüveninizden ve çalışma metodunuzdan biraz bahsedebilir misiniz? Bir röportajınızda Türkiye’de prova kültürünün eksikliğinden dem vurmuşsunuz. JazzArk’ta bunu yapabilmek kayıtlara nasıl yansıdı?
Kristian (Lind) ve Mehmet (Akatay) ile ayrı ayrı projelerde çalışmaktaydım. İkisinin ritim, tempo duygusunun birbirleri ile çok uyumlu olacağını düşünmüştüm, kafamda duymuştum. Bu projeyi yazmadan önce onlarla konuştum, birlikte bir müziği oluşturmaktan zevk alacağımızı anladıktan sonra kısa bir sürede parçaları hazırladım. Çünkü artık kimlerle çalacağımı biliyordum. Ben provaya inanan ve önem veren biriyim ancak Mehmet’in ve Kristian’ın benden daha fazla prova canavarı olduklarını görmek beni çok umutlandırdı. Türkiye’de bir prova eksikliği var çünkü birçok müzisyen yalnızca bildiği müziği çalıyor ve/veya çalmak istiyor. Yeni bir şeyleri denemek ise yalnızca çalışmak ile mümkün. Biz kayıtlardan önce çok prova yaptık ve bir seri konser çaldık, böylelikle stüdyo kaydına hazırlıklı girdik. Ne yapacağımızı biliyorduk. Bu da kayıtlara pozitif bir rahatlık olarak yansıdı. Tabii ki Antonio Serrano ile birlikte olmanın hazzını da unutmamak gerek, öyle yaratıcı ve usta bir müzisyenin JazzArk projesine büyük bir katkıda bulunduğunu düşünüyorum.
Küresel salgın hem mental hem de ekonomik anlamda müzisyenleri oldukça zorladı. Kimileri büyük buhranlara kapılıp eylemsiz kaldı, kimileri ise kendilerini daha çok üretmeye adadı. Siz bu resmin neresindesiniz? Bestecilik, performansçılık, eğitimcilik gibi müziğin birçok alanında faaliyet gösteren biri olarak, son bir buçuk yılda müzikal rolleriniz nasıl dönüşümlerden geçti? Sonucunda oluşan yakın zamanlı planlarınız neler?
Salgının küreselliği gibi yaşattığı problemler de küresel. Yakınlarım için endişelenip, çevremdeki kayıpları da görünce yaratıcılık bağlamında ben de çok başarılı olamadım sanırım. İnsan korkuyor! Ancak bu dönemde daha fazla eğitim vermeye, müzik eğitiminin “online” şekilde nasıl olabileceğine kafa patlattım ve yoğun olarak ders verdim. Bunların yanı sıra birkaç online konser bile çaldık. Ancak yakın zaman planlarımın içinde, bir önceki albüm eskimeden JazzArk grubu ile yeni bir albüm kaydetmek var ve tabii ki, olabildiğince fazla canlı konser çalma isteği.
JazzArk ilk kez 2019 Nisan’ında Nardis’te görücüye çıkmıştı, albüm pandemi esnasında yayımlandı, 9 Ekim’de ise dinleyicilerle yeniden buluşacak. Müzikal kimliğinizin size göre en özel parçasının performansçılık olduğunu söylemişsiniz, dolayısıyla sahneye geri dönme fikrinin sizde büyük bir heyecan yarattığını tahmin etmek zor değil. Güncel duygu durumunuzu nasıl tanımlarsınız?
Son zamanlarda haftada 3-4 konser çalıyorum, benim için uzun süre sonra eve dönmek gibi oldu çünkü sahnede kendimi evdeymiş gibi hissederim. Piyanoda 88 tane tuşum var ve onlar ile ne yapacağım, nasıl yapacağım noktasında özgürüm. Ben sesleri terk etmedikçe onlar beni terk etmiyor.
Akbank Caz Festivali’nin 30. yaşını kutladığı Dün, Bugün, Yarın albümüne siz de özgün bir bestenizle katıldınız. “Every Sunday”in hikâyesini sizden öğrenebilir miyiz? Farklı jenerasyon ve stilleri buluşturarak Türkiye cazına retrospektif bir bakış atan bu projede yer almanın sizdeki karşılığı nedir?
Çok sevdiğim iki arkadaşım ile geçirdiğim pazar günlerini özlemle hatırlarken yazdığım bir parça “Every Sunday”. Akbank Caz Festivali için böyle bir kayıt teklifi gelince, en güzeli bu parçayı yorumlamak diye düşündüm çünkü bu iki dostumun Akbank ile yakın bağları var. Yani parçayı kısa bir süre önce yazmıştım, güzel tesadüf oldu. Ben o projeye çok önemli bir arşiv çalışması gözüyle bakıyorum, gelecek nesillere bir iz bırakıyoruz diye düşünüyorum. Keşke bizlerden önceki nesillerin de böyle bir şansı olsaydı. Bence 10 yılda bir tekrar edilmeli bu tip kayıtlar. Kültürel miras adına çok önemli.
Dün, Bugün, Yarın derlemesinden ilhamla, geçmişten günümüze birbirinden yetenekli müzisyenler çıkaran Türkiye caz sahnesinin güncel hâli ile ilgili düşünceleriniz neler? Bugün birçok coğrafya kendine has bir caz stili geliştirmiş durumda. Kendi ülkesi için buna emek veren biri olarak, “Türkiye cazı”ndan bahsetmeye yaklaştık mı sizce, ne dersiniz?
Son 10-20 yıldır Türkiye’de çok iyi caz müzisyenleri yetişiyor, gençlerin hepsi birbirinden iyi enstrümanistler. Ancak çalacak mekân, yer alacak festival bağlamında ne yazık ki çok yetersiz. Türkiye’deki birçok iş kolunda rastladığımız tekelciliğe ne yazık ki sanat dünyasında da rastlıyoruz. En önemli konu “Türkiye cazı” diye bir sesin henüz oluşmamış olması, bunun sebepleri altında da dünyanın çoktan konusu kapatıp tartışmayı sonuçlandırdığı bir konu var; hangi müzik cazdır, hangi müzik caz değildir? Kendi ülkemde en fazla şunu gözlemliyorum: Caz müzisyeni Türk müziğini küçümsüyor, Türk müzikçileri ise her ne kadar cazı sevip saygı duysalar da o lisanda müzikal konuşmalar yapamıyorlar. Her iki dili de kullanan sanatçıların sayısı şimdilik çok az ama bu bir emekleme süreci, zaman içinde bu topraklara ait bir caz tınısı çıkacaktır çünkü bu her zaman böyle olmuştur.
Bilineni 6 kuşak müzisyen bir aileden geliyorsunuz. Çocukluk evinden aşina olduğunuz Klasik Türk Müziği’nin izlerine The Istanbul Connection, Kemenjazz ve son olarak JazzArk albümlerinizde rastlıyoruz, köklerinden beslenen birisiniz. Oradan aldıklarınızı caza entegre ederken nasıl bir yaklaşım benimsediğinizden söz edebilir misiniz?
Evet, ben 10 yaşıma kadar Klasik Türk Müziği’nden başka bir müzik duymadım. 10 yaşımda Avrupa Batı Klasik Müziği ile tanıştım ve öğrenmeye başladım, 12-13 yaşımda Keith Jarrett, Chick Corea, Miles Davis gibi caz müzisyenlerinin müziğini duyduğumda ise tüm dünyam değişti. Onların çaldığı bu müzik türünü Türkiye’de öğrenemedim çünkü Türkiye’de “cazcı” olmak iyi bir şey değil. Konservatuvar ortamında ise caz ile ilgileniyorsan muhakkak kötü yola düşersin ve kendini pavyonda, gazinoda çalarken bulursun anlayışı ve baskısı müthiştir. Kaldı ki, eğer bir de Türk müziğini öğrenmek istersen konservatuar bünyesinde kalamazsın, seni kusar. Oysa ki müzik sadece müziktir. Birden fazla müzik bilmek, onları karıştırarak üçüncü, dördüncü bir müzik türü yaratmana sebep olur, aynı cazda olduğu gibi. Bizim gibi despot ülkelerde bu noktaları aşmak kolay değildir. Biz eski köye yeni adetler getirenlerden ne yazık ki hoşlanmayız!
Türkiye’de caza gönül vermiş gençlerle sıkı bir temas hâlindesiniz. Alper Maral, Sibel Köse, Şenova Ülker ve daha nice kıymetli isimle birlikte BAU Caz çatısı altında yeni müzisyenler yetiştiriyorsunuz. Eğitimcilik yolculuğunuz nasıl gidiyor? Geçtiğimiz güz dönemi, programı online olarak yürüttünüz, caz uzaktan öğretilebiliyor mu?
Çok genç yaşlardan beridir (22-23) müzik dersi veriyorum. Çok uyumlu, birbiri ile iyi geçinen ve karşılıklı anlayış içerisinde eğitmenliğe devam eden bir kadronun kurucu elemanlarından biri olarak, yarattığımız bu dalgadan memnunum ve önemli olduğunu da düşünüyorum. Üstelik yalnızca müzisyen değil, aynı zamanda güzel müzikten anlayan, güzel müziği tanıyan, bilinçli bir müzik dinleyicisi de yaratıyoruz. Online müzik dersi zor. Online meselesi, sanatın her dalında zor ancak teorik kısımda elimizden geleni yaptık. Olumlu noktalar da oldu ancak bu işin aslı pek tabii ki bir araya gelip müzik yapmak, bir orkestra şefi ile çalışmaktır. Bu noktayı, pandeminin rahatladığı anda değerlendirmeliyiz.