Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü’nden mezun oldu. Mezuniyetinin ardından uzun yıllar müşteri memnuniyeti yönetimi alanında çalıştı. Işık Üniversitesi, Sanat Kuramı ve Eleştiri yüksek lisans programını “İnsan-doğa ilişkisinde yaşanan değişimler ve sanata yansımaları” başlıklı tezi ile tamamladı. Kadir Has Üniversitesi bünyesinde sanat terapisi alanında eğitim aldı. Akbank Sanat - Açık Diyalog İstanbul iş birliği ile organize edilen Çağdaş Sanat ve Küratörlük programını 2022 yılında tamamladı. Halen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sanat Tarihi, Batı Sanatı ve Çağdaş Sanat doktora programına devam ediyor. Aynı zamanda BirGün Gazetesi’nde sanat eleştirisi/yazıları yazıyor.
Sanayi Devrimi ile birlikte, Antroposen (Anthropocene) “İnsan Çağı” adı verilen yeni bir jeolojik döneme girilirken insan yeryüzünde geri dönüşü olmayan izler bırakan, gezegeni yeni bir yok oluşa götürecek kadar önemli bir etken, “tek başına küresel bir jeolojik güç” [3] haline geliyor. Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından hazırlanan bilimsel raporda, sanayi öncesi döneme göre küresel sıcaklık artışının 1,5 derece ile sınırlandırılması gerektiğinin altı çiziliyor. Aksi halde etkilenecek ekosistemlerin büyüklüğünün iki katına çıkması bekleniyor. Hedefe ulaşmak için ise dünya genelinde sera gazı salınımının 2030 yılına kadar yarı yarıya azaltılması şart. İtalya’da kuraklık nedeniyle geçtiğimiz yıl beş bölgede OHAL ilan edildi. Susuzluk ve gıda krizi ile karşı karşıyayız. Gezegenin kaynakları tükeniyor. Limitler ise çoktan aşıldı. Küresel ısınma, iklim krizi, çevre ve atık sorunları gerçeği hayatlarımızın tam merkezinde. Gelecekte, bu krizin sonuçlarıyla yaşamaya çalışacak gençler ise bugünün yetişkinlerinden ve sorumlulardan hesap soruyor. Mona Lisa’yı pasta ile kaplayan, John Constable’ın “Saman Arabası” adlı eserine ellerini yapıştıran iklim aktivistleri kültürel tarihimiz ile bir hesaplaşmaya giriyor. Tüm bu sorunlar içinde yaşarken sanatın anlamını, değerini, neye yaradığını ve ne için yapıldığını sorguluyor. Sahi, böyle bir zamanda sanat neye yarar, anlamı nedir, ne söylemeli, ne anlatmalıdır?
Bu sorgulamalardan yola çıkarak yapılan önemli araştırmalardan biri İKSV’nin 2021 yılında hazırladığı “Ekolojik Dönüşüm İçin Kültür ve Sanat” raporu incelendiğinde, sanatın hikaye anlatıcılığı, yeni tahayyüller yaratma gücü ve yeni diyaloglar kurma kapasitesinin altının çizildiği görülüyor[4]. İnsan veriler, projeler, tablolarla değil, hikâyelerle harekete geçiyor[5] ise sanat da en etkili anlatım ve ifade yollarından biri olarak insanın doğa ile olan ilişkisini yeniden gözden geçirmesi ve onarması için yeni hikayeler anlatabilir, tahayyüller ve diyaloglar oluşturabilir. Bu noktadan hareketle sergi, doğa ile olan ilişkimize odaklanan bir hikaye anlatmaya, bir doğa resmi çizmeye çalışıyor.
İnsan yaklaşık 45.000 yıl kadar önce, mağara duvarlarının derinliklerine vahşi hayvan imgelerini resmederek başlar doğanın resmini çizmeye, hikayesini anlatmaya. Bu ilk resimler konusundan, kullanılan pigment ve fırçaya, resmin yapıldığı yüzeye kadar tam olarak doğanın içinde yer alır.[6] Dini inançları, yaşanan kültürel değişimler, teknolojik ve bilimsel gelişmeler, üretim, yaşam ve düşünce biçimlerindeki yenilikler gibi nedenlerle tarih boyunca doğa ile kurduğu ilişki değişirken, buna paralel olarak her dönemde çizdiği doğa resmi; betimlemeye, temsil etmeye çalıştığı doğanın hikayesi de değişikliğe uğrar.
İnsan Çağı’na ilk adımlarımızı attığımız, sanayileşmenin büyük bir hızla yaşandığı yıllardan birinde, 1802 yılında, dönemin en önemli bilim adamlarından biri olan doğa bilimci, kaşif ve yazar Alexander von Humboldt, Ekvator’un en yüksek zirvesi olduğu düşünülen Chimborazo yanardağına yaptığı tırmanışın ardından bu dağı enine kesitle gösteren bir çizim yapar. “Doğanın resmi ya da doğanın çizimi” anlamlarına gelebilecek ancak tam olarak bir çevirisi de yapılamayan “Naturgemälde”, doğayı parçalara ayırarak, hiyerarşik bir belirlenimle anlamaya çalışan bilimsel araştırma anlayışından farklı olarak, onu ilk defa “her şeyin birbirine bağlı olduğu bir ağ olarak gösterir”. Doğayı yaşayan bir bütün, insanı ise bu bütünün bir parçası olarak kavrayan Humboldt, doğayı “çeşitlilikte birlik”, bir yaşam ağı (web of life) olarak resmederken insanın bu ağ içerisinde yaptığı müdahalelerin, hareketlerinin yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini de işaret eder. Darwin’in evrim teorisinden, Haeckel’in ekoloji düşüncesine, Thoreau ve Muir gibi isimlere ilham verir. Çizdiği bütünsel ve ilişkisel doğa resmi, ekoloji düşüncesinin ve çevre koruma anlayışının filizlenmesine yol açan hikayenin başlangıcını oluşturur.[7]
İnsan-doğa karşıtlığına dayanan düalist bir anlayışın, insan aklı ve bakışını ölçüt alan insan merkezli ya da insanın en tepede yer aldığı hiyerarşik bir düzenlemenin, insanın hikayesinin arka planı olarak bir doğa temsilin kırıldığı bir doğa kavrayışı ortaya koyar. Batılı, varlıklı, beyaz, akıllı, erkek insanın, erkek merkezci (androsentrik) bakış açısına göre algılanan, sömürülen, üzerinde tahakküm elde edilmesi gereken bir doğa resmi değildir ortaya konan. Türler ya da sınıflar arası bir mücadele “var olma savaşı” yerine ortak yaşamı (simbiyoz) akıllara getirir. İnsan bedeninden toprağa, Gaia’ya kadar bir ortak yaşam, yaşam ağı, birlik ve ilişki söz konusudur. Bu ilişkide insanın vücudunu mikrop ve bakterilerle paylaştığı düşünüldüğünde, insanın ve insan olmayanın sınırı karışır. Doğada hiçbir şey kaybolmadığı gibi birbirine dönüşür, insan ve doğa bu dönüşümün, döngünün içinde birlikte var olur. İnsanın var oluşu çevreyle, diğer canlılar ve insanlarla oluşturduğu birlikteliklere, ilişkiye, ortak yaşama bağlıdır.
1800’lerin başına, ekolojinin köklerine, hikayenin başlangıcına dönerek sergi, insanın doğadaki yerini tekrar düşünmesinin, doğanın ilişkisel ağındaki bir parça olarak konumlanmasının, varlığını bu ilişkiler üzerinden tesis etmesinin olanaklarını “doğanın resmi ya da doğanın çizimi” anlamlarına gelebilecek “Naturgemälde” kavramı ve imgesi üzerinden araştırırken insanın Naturgemälde’ye yeniden ve etik bir şekilde iştirakinin (methexis’i) yollarını birlikte düşünmeye çalışır. Doğayı veriler, sayılar, tablolar aracılığı ile analiz etmek yerine Humboldt’ın yaptığı gibi doğaya dair bütünsel bir resim çizmeyi ve küçük bir öykü anlatmayı dener. Chimborazo yanar dağına tırmanış yolculuğundan ve bu dağa dair yapılan çizimin imgesinden ilham almakla birlikte hikaye aynı zamanda ekolojinin, sanat tarihinin, insanın kendi köklerine doğru bir yolculuğa çıkmaya, öze doğru bir adım atmaya ve birlikte farklı var oluş tahayyüllerini hissettirmeye çalışır. Çizdiği doğa resmi içinde anlattığı hikaye ile, içinde bulunduğumuz acil durum ve çözümler üzerine birlikte düşünmeyi, direnmeyi, güçlenmeyi, yaşama sarılmayı, yaratıcı enerjiyi açığa çıkaracak, iyileşmeye yönlendirecek bir alan açmayı, “iyi bir karşılaşma” yaratmayı amaçlar.
[1] Daha önce deprem, yer hareketleri, küresel soğuma, volkanik patlamalar, meteor çarpması gibi doğa olayları ile beş büyük kitlesel yok oluş yaşanmışken tarihte ilk defa bir canlı türü olarak insanın gezegeni yok oluşa sürüklediği düşünülüyor.
[2] Çetin, B. (2021). Altıncı kitlesel yok oluş süreci başladı. Sözcü Gazetesi. https://www.sozcu.com.tr/2021/gundem/altinci-kitlesel-yok-olus-sureci-basladi-6665552/
[3] Steffen, W., Grinevald, J., Crutzen, P., & McNeill, J. (2011). The Anthropocene: conceptual and historical perspectives. Philosophical Transactions of The Royal Society A Mathematical Physical and Engineering Sciences, s. 842-867. doi: 10.1098/rsta.2010.0327
[4] Paker, H. (2021). İKSV, Ekolojik Dönüşüm İçin Kültür ve Sanat Raporu, s. 54-55.
[5] Paker, H. (2021). İKSV, Ekolojik Dönüşüm İçin Kültür ve Sanat Raporu, De Jong’la yapılan röportajdan, s. 54.
[6] Brown, A. (2014). Güncel Sanat ve Ekoloji. s. 8. (E. Gözgü, & Y. Adam, Çev.) İstanbul: Lal Yayınları.
[7] Wulf, A. (2017). Doğanın Keşfi, s. 127-138. (E. Ataseven, Çev.). İstanbul: Ayrıntı.