Sıla Demiral
15 Ağustos 1998’de İstanbul’da dünyaya geldim. Sanata olan hevesim küçük yaşımda başlamıştı. Çeşitli tiyatrolar, konserler ve sergiler ailemin de çok büyük yönlendirmesiyle uğrak noktalarım haline gelmişti. Arabada Janis Joplin dinliyor, BBT’deki oyunları kaçırmıyor ve Pera Müzesi’ni düzenli olarak ziyaret ediyordum. Saint Benoit’daki lise hayatımın ardından Tiyatro’ya yönelmeyi tercih ettim ve Sorbonne Nouvelle üniversitesinde 3 sene boyuna teorik tiyatro üzerine kapsamlı bir eğitim aldım. Mezun olduğumdan beri ise çeşitli tiyatrolarda asistanlık, dergilerde yazarlık, ajanslarda editörlük ve özellikle moda çekimlerinde prodüktörlük yapıyorum. Sanat ile olan bağımı asla koparmıyor ve güncel sergilerden haberdar olmak adına sanat dünyasını ilgi ve zevkle takip etmeye devam ediyorum.
Dram(a) Arayışında
Bu sergi, bir duygunun ulaşabileceği en uç noktaları üretimlerinde sahiplenen sanatçıların yaklaşımlarını, atanmış duyguların merceğinde bir bakış ile şekillendirmeyi hedefler. Sanatsal üretimin buyurduğu hisselleşmeyi bir spektrum dahilinde incelemek ve eserleri duyguların dramatizasyonu üzerinden yeni bir bağlamda ele almak esas alınır.
Hayatımızın kontrolünü elimize aldığımızı düşündüğümüz anlar çoğunlukla duygularımızın direksiyonu mantığımıza devrettiği kısıtlı müddetler oluyor. Anlık zihin açıklığı, engellenmesi güç hislerin bulutunda kaybolmadığı müddetçe düz bir yolda güvenli şekilde ilerlememiz mümkün.
Juniper Wiley’nin “The dramatisation of emotions in practice and theory: emotion work and emotion roles in a therapeutic community” adlı makalesinde yer verildiği üzere duygular hem içsel hissiyatlar hem de dışavurum açısından incelendiğinde kişinin kendiliği ve gerçeklik ile kıyaslanabilir. Her iki olgu da sosyal obje klasmanında kabul ediliğinden günlük etkileşimler ve dış kondisyonlar ile şekillenirler. Bu durumda kişinin elinde olmayan dış etmenler duyguların oluşumuna mahal verirken ne kadar dramatik olarak hissedileceği veya kişinin içinde ses getireceği tamamiyle öznel bir olgudur. Sanatçılar hissel dünyaları geniş insanlar olduklarından dış etmenlerin onlara hissettirdiklerini doyasıya yaşamayı kendi lehlerine kullanma şansına sahiplerdir.
Sanat çoğu zaman duyguların baskın olduğu bir pratiğin ürünü olarak karşımıza çıkar. Sanat üreticileri bu yüzden özeldirler, kendilerini duyguların hakim olduğu bir evrende, onların baskınlıklarını lehlerine çevirebilecekleri bir noktada konumlarlar. Duygu fazlalığını üretime çevrilir ve dünyayla paylaşılır. Her eser arkasında şahsi bir hikaye barındırır. Belli başlı bir duygunun hakim olduğu ve şahsi yaşanmışlıkların beslediği kişinin özünü ortaya koyar.
Her ne kadar öz kelimesini kullanıyor olmam Buddha’nın felsefesiyle doğrudan çatışıyor olsa bile, öğretileri duyguların varlığını kabullenmek ve hayatımızı bu doğrultuda sürdürebilmek adına değerli noktalara parmak basar. Budizme göre iki tip gerçek vardır; dünyevi gerçek (samvriti satya) ve mutlak gerçek (paramartha satya). Göreceli gerçek bizi duyguların varlığını kabul etmeye ve onlarla barışmaya iter. Mutluluğun ve acının varlığını tanırız fakat mutluluğun yolunu seçmek adına cesaretlendiriliriz. Budizm pratiğinde hisler ve onlarla kurduğumuz bağ “Nirvana” adı verilen vaadedilen topraklara ulaşabilmek adına hayati bir önem taşır.
Bir sanatçının nirvanasının üretim anı olduğunu varsayarsak eğer nirvanaya giden yolun duygular ile barışmaktan geçtiğini düşünebiliriz. İyi veya kötü hiçbir duygunun kanıksanmadığı, aksine en uç noktaya kadar gidilerek uçurumun kenarından sarkabilmemizi sağlayan eserler, kalbimizin atışını kontrol etmek gibi büyülü bir yetiye sahiplerdir.