1991 yılında İzmir’de doğdu. 2004 yılından itibaren çeşitli tiyatro oyunlarında yer aldı. 2006 yılında Sokrates projesiyle Belçika’da kültür elçisi olarak bulundu. 2009 yılında Hacettepe Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümüne başladı. Erasmus ile Paris 8 Üniversitesinde iki dönem eğitim aldı. Bu sırada Huffington Post yazarı Karin Badt’ın film eleştirisi derslerine katıldı. Üniversitede Tiyatro kulübünde oyunculuk ve yönetmenlik yaptı. Bölüm birincisi olarak 2015 yılında mezun oldu. 2018’de Ege Radyo Kampüs’te kültür ve meslek kapsamında Süpernova adında bir radyo programının yapımcılığını ve sunuculuğunu üstlendi. Kitap eleştiri metinleri yazdı. Şu an senaryo, makale ve kitap tercümanlığı yapıyor.
Modern dünyada mesafeleri kısaltan, iletişimi hızlandıran ve hızlı üretimi sağlayan teknolojilerle toplum, hiperaktif bir karakter edinmiştir. Bu aşırı hareketlilik hali, ekonomik ve siyasi otoritelerin özneleri zaman aracılığıyla disipline ettiğinin bir göstergesidir.
Durmaksızın konuşmanın gürültüyü, enformasyon üretiminin bilgi yokluğunu, kentleşmenin toplu göçleri beraberinde getirdiği bugün, insan tarihini yitirmiş, zaman algısı bozulmuştur.
Zaman algımızın bozulması, toplum yapılanmasının uzayan zincirlerinde, elimizde olan tek zaman Şimdi’nin algımızda parçalanmasıdır. Bu parçalanmayı Byung-Chul Han diskroni tartışmasıyla ele alır. Diskroni an’ların birbirini izlemediği, birbirinin üzerine yığıldığı bir devamsızlık halidir. Toplumun aşırı hareketliliği zamanı sekteye uğratarak bir karşılaşmanın, bir olayın, bir deneyimin şimdiye tutunma gücünü zayıflatır. Bu yüzden zaman, özne için anlatısal yapısını kaybeder. Deneyim, bilgi, hafıza ve beklentinin yaratılması için gereken zamansal gerilimin çökmesi her anı parçalayıp, birbirine yabancılaştırmaktadır.
Söz konusu yabancılaşma varlığımıza, kendi tarihimize, birbirimize yabancılaşmayı beraberinde getirmektedir. Dünyada, birlikte varoluşta, toplumsal pratiklerin yalnızca tüketime dayandırılması, enformasyon ve nesnelerin sonsuz üretimi, insanı zaman içindeki akışı, değişimlerden oluşan bütünü gözleyen konumundan soyutlamıştır. Günümüz toplumu her şeyi “yeni” tutmak için şimdinin de sürekli güncellenmesini istemektedir. Şimdi’nin geçmiş ve gelecekten ayrılması, düşünce yoluyla kuracağımız kalıcı ve uzun süreli ilişkileri yok eder. İnsanın yönsüzlük duygusu ve her anın sansasyon talep etmesi bu yenilenmeden ileri gelir.
Milan Kundera zaman algımızın bozulmasını ve kalıcılığın yok olmasını “Şaka” romanında yorumlar: “Bugün bile tarih, unutulmuşluk okyanusunun üzerine düşen anılar yağmurundan başka bir şey değil, ama zaman ilerliyor ve insanların geriye çekilip uzatılamayan belleklerinin artık kapsayamayacağı ileri çağlar gelecek; bu yüzden, yüzyılların tabloları, müziği, yüzyılların keşifleri, savaşları, kitapları bütünüyle geçmişe gömülecek; çünkü insan kendi tarihini yitirecek; onu artık kavrayamaz, algılayamaz duruma gelecek ve anlamdan yoksun birkaç şematik simgenin dar kapsamına girecek.”
Anlamdan yoksun yaşam kalıplarının içine hapsolan insanlar, yine bu kalıpların içerisinde unutarak özgürleştikleri sanrısına kapılmaktadırlar. Bu sanrının en kolay yaratımı, iktidarın zaman algısını yönetmesidir. Baudrillard’ın benzetmesiyle, bir hayalete dönüşen iktidar, sınırsız sanal bir güce sahiptir. Olaylar gündem aracılığıyla denetlenmektedir. An be an üretilen gündem “gösterge niteliğine sahip olay üretmeye yarayan bir düzendir. Bu gösterge/ olaylar tarihsellik çizgisine uygun bir şekilde olup bitmek yerine boşlukta art arda dönüp gelmektedirler.” Yaşananlar karşısında duyarsızlaşmamız, olayların “evrensel ideoloji, gösteri, felaket vs. pazarında bir değere sahip mal örneği,” sürekli dolaşıma tabi olup, tüketilecek yaşamsal verilere dönüşmesindendir. Güncel olana verilen değerin artması yaşam deneyimini bilinçsizce tüketilecek bir zamana dönüştürür. Tüketim ilişkileri içinde nesneler kadar enformasyon ve eylemlerin anlam kazanamadan hızla eskimesi, geçmişle geleceğin bir diyalog kurmasının önüne geçmektedir.
Geçmişle gelecek, bir zaman noktasının diğerinin içine karışmasıyla - bir bilgi akışıyla - birleşebilmektedir. İnsanlar ve bilgi arasında diyalog kurulamamasının diyalektiğin kurulmasını da tehdit edebileceğini Kundera “Bilmemek” romanında “[b]inlerce sağır ve dilsiz atlılar, uzaktaki insanlara acıklı ve anlaşılmaz mesajlar ulaştırmaya çalışacaklar ve hiç kimse onları dinlemeye zaman bulamayacak,” diye ifade etmiştir.
Zamanın algıda yok oluşu akla şu soruyu getiriyor: Zamanımız mı yok oluyor varlığımız mı?
Norbert Elias’a göre karmaşık toplum yapılanmalarının zincirleri uzadıkça tekil öznenin kontrolü zamanla sağlanmaktadır, dolayısıyla zaman bireyin özdenetim aracı haline gelmiştir. Zamanın dışarıdan gelen bu düzenlenmesi insana zaman vicdanı yükler ve bir dil gibi erken yaşta öğrenilir. Zaman vicdanın aksine hareket edildiğinde, kişide bir tabuyu bozma endişesi uyanır. Zaman vicdanı, yalnızca bireyin yaşamına bir düzenleme getirmekle kalmaz, hâkim toplumsal buyrukları da benliğine katar.
Han, zamanın algılanışını daimi bir şimdi, çizgisel zaman ve nokta zaman olarak üç boyutta betimler. Her biri insanlık tarihinde algının şekillenmesine göre ve insan varlığına dair anlatıların aracılığıyla belli bir çağa tekabül etmektedir. Han’ın belirttiğine göre, modern öncesi anlatıda, zaman, ebedi bir düzenin koruyucusudur. Bu çağda zaman, doğanın ve bedenin döngüleri, yaşamın sürekliliğini açık eden bir anlatıdır. İnsanlar doğanın fiziksel zamanını aynalayan ritüeller ve doğal dönüşümler temelinde yaşayışlarını şekillendirmiş ve ortaklaştırmıştır. Zaman parçalara ayrılamayan bir Şimdi’dir. Aydınlanmayla birlikte emek yüceltilerek insanları zamanı algılayışı değişikliğe uğramıştır. Tarihsel anlatıda Şimdi, yalnızca gelecek için tasarlanmaktadır. Bu anlatıda gelecek geçmişi siler. Tarihin üreticisi konumuna gelen insan, çalışmayla varlığına anlam kazandırarak; doğrusal bir zaman ekseninde ileriye doğru idealleri peşinde ve vaatler doğrultusunda koşmaktadır. Yaşamın gelecekte anlamlanacağı düşüncesi dünyanın insan eliyle tasarlanabilir oluşuyla pekiştirilir. Varlığına bir kurtuluş yolu sunulan insan, özgürlüğüne ulaşmak için nesneleri işleyerek bilincini şekillendirir. Mitler parçalanır ve doğaya tahakküm edilir.
Sanayileşmeyle birlikte, nesnelerin farklılaşmadan ve durmadan üretimi, toplumu, toplum içindeki bireyin yaşamını mekanikleştirmiş, bireyi silikleştirmiştir. Sanayi devrinde, zamanın çalışma saatlerine göre standartlaştırılmasıyla zaman ekonomik bir değişim değeri kazanmıştır. İnsan yaşamı, verimli olduğu saat, dakika ve saliselere bölünerek, çalışma dışında kalan tüm zamanları yine insanı çalışmaya yöneltmek için kullanılmıştır. Makine ne kadar hızlanırsa, zaman o kadar hızlanmıştır. Gelecekle arasında hiçbir engelin girmesini istemeyen insan, şimdiyi olabildiğince çabuk tüketmeye başlamıştır. Böylece Şimdi noktalaşmış ve anlatı kaybolmuştur. Soyut sembollerle işleyen parçalanmış zaman sistemi, hiçbir bilginin bellekte şekillenmesine fırsat vermeden daima yeni bir Şimdi üretmektedir.
Dünyayı tasarlayarak kendisini araca dönüştürmüş varlık bilinci, bireyin yüzyıllar sonraki yaşamına sızan bir zaman krizine yol açmaktadır. Günümüz toplumunda eyleme - sürekli çalışmaya, göstermeye ve söylemeye - verilen takıntılı önem, bireyi şimdiyi duyumsamadan, bir sonraki ana sıçramaya yöneltmiş; zamanın hızlı aktığı yanılsamasına düşürmüştür. Tarih doyum noktasına ulaştıktan, büyük yıkımlar gerçekleştikten sonra bile devam eden bu varlık anlayışının, üretici mücadelesiyle oluşturulamayacak, tüketilerek değiştirilemeyecek şeyleri; ruh ve duyguları, sorgulamayı tabulaştırıp, karşısında durması, insanı köksüzlük, bağ kuramama ve nedenselliğin çöküşüyle karşı karşıya getirmiştir. Bu süreçte insanın, varlık bilincinin kaybolduğu bir zamanla yüzleştiği söylenebilir.
Bugün yaşamlarımıza devamlılığı olmayan, üst üste yığılmış anlardan oluşan bir zaman algısı hükmetmektedir. Yalnızca zamanın tüketilmesi için aktif bir yaşam sürmek insanın kendisiyle ve dünyasıyla dar bir ilişki kurmasına yol açmakta ve bu ilişkide derin düşünceye yer bırakmamaktadır. Hiperaktif bir toplumda her şeye dar bir pencereden bakılmaktadır. Oysaki insanın varlığında anlam bulabilmesi için dünyaya karşı bakışını derinleştirmesi, eylemlerini anlamlı kılması için derin düşünceyle birlikte yol alması, zamanın ipliklerini birbirine bağlaması gerekmektedir.
Ellerin Zamanlarla Dolu adını Paul Celan'ın, sürgün eden, işgücü talep eden ve yaşamları metalaştıran bir baskı altında geçen bir ömrün diyaloğunu sunan şiirinden alıyor. Bu bağlamda sergi, zamanın sonsuzluğunu ifade etmek yerine insanlar üzerindeki siyasi ve ekonomik gücü ve insan yaşamının anlamsızca saatlere indirgendiğini anlatmaktadır.
Ellerin Zamanlarla Dolu, sanatçıların manipüle ettikleri sanat araçlarının üzerinden yabancılaşmayı incelerken bu yabancılaşmanın zaman algımızın bozulmasıyla ilişkisine odaklanmaktadır. Zamanı algılayışımızın hareketlerimiz ve biraradalığımızla olan ilişkisini 4’33’’ eserinde irdeleyen John Cage her enstrümanla gerçekleştirilebilecek bir sessizlik performansı tasarlar. Stefania Crişan Geamana eseriyle yok oluş sonrası bir zamanı hayal eder ve izleyicileri politik ve ekonomik baskının sonucunda ortaya çıkan ekolojik bir felakete tanıklık etmeye çağırır. Crişan’ın Zaman Okunu Tersine Çevir ve Ofelya ve Antroposen performanslarıyla kamera çerçevesini aşan Geamana, donmuş zamanı harekete geçirerek yaşama karşı artan duyarsızlığın karşısında varlığın biçimsiz ve formsuz olan ortak alanını araştırır. Kil ve boya kullanımıyla mekana yayılan ve kurumaya bırakılan Zaman Okunu Tersine Çevir ritüeli, bizi varlığımızın “mekanı olan dünya” ve “nedeni olan ruhla” yeniden bağ kurmaya çağırarak, ortak yaşayışı hatırlatan bir yakarışı dile getirir. Ofelya ve Antroposen ise Geamana’da ölen bir kadının hikayesiyle kişisel tarihin silinişine değinirken, sayı değerine indirgenmeyen zamanın yok olanı yerine koyacağı umudunu da yeşertir. Sanatsal pratiğinde bedenin harcadığı çaba ve görevlere odaklanan Nezaket Ekici, Para Makinesi eseriyle insana verilen ekonomik rolün, hayalet bir iktidarın eliyle tüketim döngüsünde tutulmasının altını çizer. Ekici, bedenin metalaşmasının ve metanın sermaye içindeki anlık tüketiminin uyuşturucu etkisine referans veren metronomu kullanır. Eugenio Ampudia’nın Teslimiyet eserinde varlığın tarihselliğine Olimpiyatları Velasquez’in Mıraklar tablosuyla yan yana getirerek tarihsel özne olarak insana dayatılan tanımlamalara ve rollere vurgu yapar. Ampudia Kaderimiz Şimdiydi eseriyle karmaşık post- Antroposen manzarada zamanın kesişen çizgilerini oluşturur ve insanlığın dünyada kalan zamanıyla gelecek varoluşuna ne getireceğini sorgular.