Diren Anıl Demir
Diren, Beat Jenerasyonu akımından etkilenerek hayatında ve sanat üretiminde “rotalar yaratmak” üzerine çalışan gezgin bir disiplinler arası sanatçıdır. Seyahatleri sırasında, “Art Space Project” olarak adlandırılan gerilla tarzında bir anti-elitist galeri konsepti icat etti. Bu Projeye 2016 yılında Fethiye’nin bir köyünde başladığından beri insanların sanatla iç içe olduğu 30’dan fazla sanat alanı kudu. Diren bu resimleri sırt çantasında bir sonraki şehre taşıyor, sokak sergileri kuruyor ve yeni çizimler alıyor, Art Space Project bu yönüyle sanatın erişilebilirliği için çalışan ve devamlı büyüyen interaktif bir sergidir. Projenin başlaması ile üretilen eserlerin herkesin erişimine açılması için online bir sergi de hazırlandı. Diren, “Sanatın her yerde ve her an gerçekleştiğine” inanıyor. Art Space Projesindeki niyeti bunu göstermek.
2016 yılında İstanbul Üniversitesi'nde Antik Yunan Dili ve Edebiyatı bölümünde geçirdiği süreçten etkilenerek, okulu bıraktı ve antik kentlere ve tapınaklara otostop çekti. Daha sonra 2017 yılında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Heykel ve ikinci öğretim olarak İstanbul Üniversitesi'nde Felsefe eğitimi almaya başladı. Bu nedenle “Paganizm” ve yeniden yorumlanmış “ritüel” kavramları eserlerinde öne çıkan temalar oldu. Siyasi durum nedeniyle, eserlerinin çoğu da aktivizm ve “ifşa etme” pratiklerine dayanıyor.
2018 yılında kültürel alanlara ve sanat galerilerine ulaşamayan engelli insanlar için bir çözüm olarak tasarladığı “Engelsiz Sanat Haritası” HEG sosyal sorumluluk proje yarışmasında “Sanat ve Kültür” kategorisinde en iyi seçildi. 2019 yılında sanat fikirleri olan ama üretim masraflarını karşılayamayan güzel sanat öğrencilerine yardım ve materyal sağlayarak köy okullarını geliştirmeye dayalı projesi “Sanat ve Kültür” kategorisinde tekrar 1.’lik ödülüne layık bulundu.
Edebi eserleri çoğunlukla “LGBTİ + Tarih”, “Müzik” ve “Sanat” konuları ile ilgilidir. 2018 yılında “S.T.A.R” kitabının çevirisini yaptı. (“Sokak Travestileri Hareketi Devrimcileri”, Sub Press). Türkiye'de transgender görünürlüğü ile ilgili ilk kitaplardan biridir. 2019 yılında “Bir Haziran Gecesi: Stonewall Devriminin Biyografik Çözümlemesi” (Kaos Çocuk Parkı Yayınları) kitabını derledi. Aynı yıl Avrupa Birliği ve Türkiye arasında gerçekleşen “Be Mobile, Create Together” sanatçı rezidans programında Hollanda Konsolosluğu’nun desteği ile Amsterdam’daki Rast Tiyatrosu’nda kavramsal performans çalışmaları üretti.
2020'de çeşitli dernek ve topluluklara LGBT+ tarihi hakkında seminerler sundu. Aynı sene Performistanbul çatısı altında "Live Art" projelerine yoğunlaştı. Açık Diyalog ve Akbank Sanat işbirliği ile yürütülen “Çağdaş Sanat ve Küratörlük” programının katılımcılarından biridir. 2020 Ekim’de Narmanlı Sanat ve Hollanda Konsolosluğu işbirliği ile sanat yazarları için yürütülen “Yazıhane” programına seçildi. Aynı ay Akbank Sanat tarafından “Duvarın Ötesi” adlı interaktif enstelasyonu ile 38. Akbank Günümüz Sanatçıları Ödülü’ne layık görüldü ve sergide yer aldı. Diren, Haziran 2020’den beri her Pazar akşamı saat 22:00’da Radyo Modyan çatısı altında LGBTİ+ sanatçıların avangart ve queercore türünden müziklerine yer verdiği “Wild Side” adlı radyo programını sunuyor. “Wild Side Zine” Ocak 2021’den beri queer fanzin olarak basılmaya hazırlanıyor.
Mücadelenin Estetiği
Doğmak, eğitilmek, üremek, vergimizi ödemek ve uyuşturulmuş bir mutlulukla yaşayan uysal bedenlerin arasına katılmak…
Yaşayan her canlı organizma için bu bozuk sistemi devam ettirmek adına yazılmış bir senaryo var.
Mücadelenin Estetiği; üst-kodlayan bir otorite, kitlesel manipülasyon, arzu akışı yönetimi, eril ve ekonomik şiddet biçimleriyle yaşayan organizmaların isteklerini, dürtülerini, doğrularını, bedenlerini, kimliklerini ve varlık amaçlarını şekillendiren çok önceden yazılmış bu senaryoların dünyasından uyananların alışılmadık karşı çıkış pratiklerini bir araya getirir.
Bugüne kadar verilmiş tüm mücadele ve direniş biçimlerinden sıyrılarak bir araya gelmiş eserlerin toplamı, mücadele anlayışımızı yeniden sorgulamak için bir kapı açar. Mücadele eylemi kitlesel bir patlama sonucu açığa çıkması beklenen bir mucize midir yoksa bireyin/organizmanın doğumunda atanan kimliği, dünyaya geldiği coğrafi konum, etnik kökeni, şans eseri sahip olduğu ekonomik statü ile başlayıp yaşamının sonuna kadar devam eden bir yasaklar ya da ayrıcalıklar zinciri midir?
“Mücadele’nin Estetiği” aktivizm pratiklerinin oldukça kısır yaşandığı, sürekli tekrarlandığı ve tüketildiği ama hiçbir zaman yenisinin üretilmediği bir zaman aralığında; mücadelenin özgün ve dönüşümcü rolünün ön plana çıktığı sanat eserleri ile “aktivizm”, “eylem”, “karşı duruş” dağarcığını sanatın sunduğu ifade biçimleri ile genişletebilmeyi amaçlıyor. Serginin kendisi eserin “seyirciyi” konumlandırdığı yeri tekrardan tasarlayarak eserlerin dönüştürücü anlatımını bireysel/kitlesel, içsel/dışsal, mikro/makro ölçeklerde yoğunlaştırmayı amaçlıyor. Sergi, bu yoldaki pratiğini John Berger’in bir “umut ve inanç edimi” olarak sunduğu “yaklaşma” eyleminden edinerek bunu eser ile seyirci arasında uyguluyor. John Berger’e göre; “Yaklaşma eylemi bizi süreksizliği reddeden işbirliklerine götürebilir. Direnme eylemi sadece bize sunulan dünya resminin saçmalığını kabullenmeyi reddetmek değil, bu resmin geçersizliğini duyurmaktır. Cehennem, içeriden geçersiz ilan edildiği zaman cehennemliği son bulur.”
Eser ile seyirci arasındaki “mesafeyi” kapatmak yolunda aşılması gereken tek mesafe sanatçının ve seyircinin kendileri ile olan içsel ilişkilerine sonradan getirilen yapay yargılar, tanımlar, bakış açıları, konumlamalar ve ön kabullerdir. Tüm bunlar aşıldığında eser, sanatçı ve seyirci özgürleşme ve “gerçek kimliğini” algılama yolunda adım atmış olur. Bu adımlar zamanla, realiteyi “inanmak” üzerinden kuran bireyleri, realitesini “bilmek” üzerine kuran bireylere dönüştürür. Bu tam da, iktidar alanıyla yaratılmış olan herhangi bir seyirlik eylemin doğasına aykırı bir durumdur. Buna dair Jacques de “Bakmak, bilmenin zıddıdır.“ der; “Seyirci olmak hem bilmek kabiliyetinden hem de eylemek kudretinden kopmak demektir.”
Gerçek olmayan hiçbir şey, gerçekliğini “inanmak” yerine “bilmek” üzerine kurmuş olan bir seyircinin önünde var olamaz ve “Mücadelenin Estetiği” de tam olarak seyircinin bunu bulmasını amaçlar. Seyirlik eylemin seyirciyi koyduğu pasif yer vesilesiyle oluşan iktidar konumlarında olduğu gibi, sergi alanının kendisi de bir iktidar biçimi oluşturur ve bizzat mücadele alanının kendisine dönüşür. Mücadelenin Estetiği sergisinin tek farkı, kendisinden özgürleşmenin yollarını aramasıdır.
Suje, eğer uyuduğunun farkına varırsa kendi gerçekliğini tanımak için derin bir arzuyla karşılaşacaktır. Ancak seyircinin, iktidar alanıyla yaratılmış bir oyun dahilinde bu arzu noktasını bulması pek muhtemel değildir. İktidara bağımlı olan bu oyunun nihai sonucu süjeyi uyutmak iken, doğasındaki iktidar ve “inanan seyirci” bağımlılığı nedeniyle güçsüzdür. Öte yandan iktidar yapısının temelini oluşturan “inanç”, bilmenin zıddıdır ve süjenin kendi gerçekliğini yeniden yorumlamasıyla dağılmaya mahkumdur. Sergi, tam da seyircinin bu yeni yorumu yapmasıyla “sergiyi öldürmesini”, kendi olarak bildiği ve deneyimlediği kimliği yıkmasını bekler. Hiç var olmamış olmayı isteyen bu sergi; iklim, beden, cinsiyet, tüketim, ekonomi, ırk, tür, etnik köken ve benzeri birçok farklı mücadele alanını yan yana getirirken seyirciye genel geçer bir seyirlik deneyimin ötesindeki alanın deneyimini sunar. Seyircinin bu deneyim alanına girişi iki farklı şekilde gerçekleşir; birincisi özgürleşmeye olan bireysel itki, ikincisi eserlerin ve mücadele biçimlerinin sergideki “zincirlenmiş” halidir.
Seyirci ve eser arasındaki iktidar ilişkisinin doğasını, yönetici ve toplum arasındaki ilişkide de açık açık görebilmekteyizdir. Bu yüzden, “Özgürleşen seyirci, eseri özgürleştirir mi?” sorusu ile “Özgürleşen toplum, iktidarı çözebilir mi?” sorusu birbiri ile mikro ve makro boyutlarda özdeştir. Baudrillard’a göre özgürleşmenin ilk adımı, şeyleri birbirine “zincirlemektir”; “Özgürleşme hakkındaki bütün modern hurafelere karşılık, formların özgür olmadığını, figürlerin özgür olmadığını söylemek gerekiyor. Tam tersine, hepsi de zincirlenmiş: Onları özgürleştirmenin tek yolu onları birbirine zincirlemek; başka bir deyişle zincirlerini, onları yaratan ve bağlayan, tatlılıkla zincirleyen ilmiklerini bulmak. Üstelik bunlar kendi kendilerini zincirleyip yaratıyorlar; sanat da bu sürecin mahremiyetine girmek zorunda.” Mücadelenin Estetiği bu sebeple farklı mücadele pratiklerini birbirlerine “tatlılıkla zincirleyen ilmiklerini” bularak “sürecin mahremiyetine” giriyor. Eserleri birbirine bağlayan bu ilmikler ortak bir dünyanın neşeli ve mutluluk dolu insanlarının ütopyası değil; kendileri için çizilmiş tüm arzu akışlarından, kimlik yönetimlerinden, bedeni şekillendiren unsurlardan, toplumsal rol eşitsizliklerinden ve hatta bedenin hareketliliğini sınırlandıran yapay ülke duvarlarından yaşama deneyimini kurtarmaya dair bir itkide birleşiyor.
Çağımıza dair dönüşümsel çözümleri öngören sergi, Dünya’nın son yıllarda yaşadığı soğuk savaşlar, pandemi, kitlesel isyanlar ve birçok çalkantının analiziyle oluşturulmuş güncel bir dünya resmini de oluşturuyor. Eserlerin toplamının oluşturduğu bu resim, Winterson’ın “Sanat hayatı taklit etmez. Sanat hayatı öngörür.” fikrinden yola çıkarak geleceğe dair çeşitli kehanetler sunuyor. John Berger’in Bosch’un “Dünyevi Zevkler Bahçesi” eserinin yorumunda Berger, dünyanın geleceğini öngören yedi adet kehanet sunuyor; Berger’e göre “Yeni düzen; üretimi ve insan emeğini rasyonalize ve modernize etme iddiasında. Gerçekteyse sanayi devriminin başlarındaki barbarlığa dönüş söz konusu. Bu seferkinin önemi farkı, bu barbarlığın ona karşı duran etik bir kaygı yada ilke tarafından dizginlenemiyor oluşu…”
Günümüzde tepki verme ve karşı durma refleksimizin dizginleştirilmesi üzerinden yaratılmaya çalışılan uysal bedenlerin varlığı buna bir kanıt teşkil ederken; Berger, kehanetinin devamında ulusal devletçilik, dünya devi bankaların küresel vurgunları veya üretmeyen, tüketmeyen, bankaya koyacak parası olmayan kişilerin gereksiz olduğu algısı üzerinden çalışan bir sistemin resmini ön görüyor. Ancak ona göre geleceğe dair bu kehanetler asla bir araya gelip anlamlı bir figür oluşturamayacaktı; “Bu anlamsızlık, bu saçmalık yeni düzene özgü. Bosch’un cehennem vizyonunda öngördüğü gibi ufuk yok. Dünya yanıyor. Her figür, kendi acil ihtiyaçlarına odaklanarak hayatta kalmaya çalışıyor…” Sergide resmi çizilen dünya, içinde yaşadığımız bu sistemin yaşama deneyimimizi tek tek bireyler olarak hayatta kalma refleksimizle var olmaya indirgemiş olduğu gerçeğini öne sürerek; “yanmakta olan bir Dünya’da” yeni düzene özgü bu anlamsızlığa ve çok önceden tıkanmış analiz yollarına netlik kazandırmayı amaçlıyor.