Jale Öner, İstanbul’da yaşamakta ve çalışmakta. lisans eğitimini Anadolu Üniversitesi Moda Tasarımı bölümünde tamamladı. Mezuniyetinin ardından iki yıl kadar tasarım alanında çalıştı. Şu anda Bilgi Üniversitesi Kültür Yönetimi yüksek lisans bölümünde sürdürmekte olduğu akademik eğitiminden bu bahar mezun olacak. Yüksek lisans eğitimine başladığından beri farklı galerilerde ve çeşitli kreatif ajanslarda içerik yazarlığı, web editörlüğü gibi metin ve görsel odaklı görevlerde bulundu. İlgilendiği konular arasında ekoloji, ifade özgürlüğü, queer teori, kent ve kültürel miras bulunmakta.
Beden yaralanabilirliğe açıktır. Bizi diğerinin bakışına ve dokunuşuna maruz bırakır.Özerk bedenlerimizle birbiriyle ilişkilenen özneler olmanın getirisi olarak, bedene iktidar tarafından atfedilen her hitap, yüklenmeye çalışılan her rol, özneyi yaralanabilirliğe daha açık hale getirmektedir.
Butler, öznenin kırılganlığını bu ilişkilenme haline bağlar; “Beden ölümlülük, yaralanabilirlik, faillik belirtir. Tenimiz ve etimiz bizi başkalarının bakışına olduğu gibi dokunuşuna ve şiddetine de maruz bırakır; bedenlerimiz ise bizi bütün bunların faili ve aracı olma tehlikesine sokar. Kendi bedenlerimiz üzerinde hak sahibi olmak için mücadele etsek de, uğrunda mücadele ettiğimiz bedenler hiçbir zaman tam anlamıyla sadece bize ait değildir. Bedenin değişmez bir kamusal boyutu vardır. Kamusal alanda toplumsal bir fenomen olarak kurulan bedenim benimdir ve benim değildir. Daha baştan ötekilerin dünyasına teslim edilen bedenim, başkalarının izlerini taşır.”
Bu, hem kolektif hayatın çıkmazlarını hem de kimliğe beden üzerinden yönelen müdahaleyi hatırlatır bize. Kendimizin özerk olduğu fikrini sahiplenerek, kontrol altında olduğumuz fikrine meydan okusak da asgari bağlılık, uzaklaşabileceğimiz bir koşul değildir.
Freud da özne ve yaralanabilirlik - yaralayabilirlik ilişkisi üzerine çıkarımlarda bulunur ve ‘yabancının’ – eğer iş birlikçimiz değilse - sevgimize layık olmadığı hatta bize zarar vermesinin kuvvetle muhtemel olduğunu söyler; “İlk insan dünya üzerindeki kaderini iyileştirmenin kendi elinde olduğunu keşfettikten sonra, başka bir insanın kendisi ile birlikte mi yoksa kendisine karşı mı çalışacağını önemsemezlik edemezdi”. Ve böylece yabancıyı tersi durumda olası yaralanabilirliğimizin muhtemel faili olarak konumlandırır; “Bu yabancı, bana karşı en küçük bir sevgi duymuyor gibidir ve bir parça bile saygı göstermez. Eğer kendisine bir yararsağlayacaksa, bana zarar vermekten kaçınmaz [...] eğer bu yolla herhangi bir arzusunu tatmin edebilecekse benimle alay etmekten, bana hakaret, iftira etmekten, karşımda gücünü sergilemekten bir an bile geri durmayacaktır.”
Bu, kırılgan bir yapı doğurur ve bu kırılgan yapının sürdürülebilirliği için, özne, kendini diğer bedenlere bağlayan sürekliliği sağlayan, yazılı ve yazılı olmayan kurallara göre davranmak zorundadır; davranmadığında ise ötekileştirilmesi kaçınılmazdır. Bu kuralları bozduğunda, artık bir işbirlikçisi olmayan özne, toplumun sevgi ve şefkatinden de yoksun kalır. Ve hatta bu sevgiden yoksun olmakla kalmaz, yaşadığı beden ve mekan üzerinden müdahaleye uğrayabilir olması meşru hale gelir.
Tehdit altındaki özneler, normları içselleştirerek iktidarı kendi ve çevresindeki beden ve mekanlarda yeniden üretir. Özne, sadece baskıya maruz kalmaz, aynı zamanda bu
baskıyı üretir ve uygular. Diğer tarafta, bir müdahaleden geçmesi gereken uyumsuzlar
ise, temsil alanlarından silinerek kendilerine sadece istatistiklerde yer bulur. Özne topluluğa uyum sağlasa da sağlamasa da, algıladığı "kendini bil" sesi sabittir.
Tüm bu tehlikelerden ötürü, yalnızca zorunluluk, insanları bir arada tutmaya yeterli değildir. Peki bunun farkına varmış olan bireye kalan, yabancılaşmak mıdır?
Tek Zeminli Uyumsuz İttifak sergisi, kolektif hayatın çıkmazlarını, kimliğe beden ve mekan üzerinden yönelen müdahaleler ve bu süreçlerden doğan yabancılaşma üzerinden tartışmaya açmaktadır.