Ayşegül Sarıgül 1992 yılında Ankara’da doğdu. 2017 yılında, Bilkent Üniversitesi Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarisi bölümünden mezun oldu. 2017-2019 yılları arasında Atina’da dünyaca ünlü bir teknoloji şirketinin satış operasyonunda çalıştı. 2019 yılında Ekinakis Artworks’te yönetici asistanı olarak çalışmak üzere hala ikamet etmekte olduğu İzmir, Urla'ya taşındı. 2021 yılında Urla’da bulunan Gru Sanat Galerisi’nde çalışmaya başladı. 2022’de Gru Sanat Galerisi’nin ev sahipliğini yaptığı Döngü isimli serginin küratörlüğünü üstlendi. 2023 Mart ayından bu yana Gru Sanat Galerisi’nde galeri direktörü olarak görevine devam etmektedir. Aynı zamanda bireysel küratöryel projeler üzerine çalışmaktadır.
Simone de Beauvoir’ın, feda edileni sorgulatan çarpıcı cümlesi; kişinin kendi elleriyle inşa ettiği kabuğun içerisindeki sıkıcı ruh halini insanın zihninde tasarlamasına olanak sağlıyor ve adeta bir nesne gibi gözlerimizin önüne seriyor. Anlamlandırılmadan, sadece ‘yaşanmış’ olan hayat, Beauvoir’ın ‘Kabuk’ benzetmesindeki gibi kişinin kendisinin yaratıp içine hapsolduğu ve kendini gerçekleştirmesine izin vermeyen konfor alanını çağrıştırıyor. Konfor alanı, Judith Bardwick’in 1991 tarihli kitabı Danger in The Comfort Zone’da yaptığı tanımda “bir kişinin endişe duymadan hareket ettiği davranışsal ruh hali” olarak geçiyor. Konfor alanı kavramını oluşturan kelimeler ve tanımı tekin bir bölgeyi çağrıştırsa da, insanı belki de tehlikeli sayılabilecek bir uyuşma fazına geçiriyor. Konfor alanı, kişinin içinde bulunduğu veya içine sokulduğu kalıplar dahilinde, rutinler ve ‘normaller’den oluşan bilindik bir alanda olma hali, yani içinde bulunmayı seçtiği bir kabuk, dış dünyadan kendini koruduğu veya ayırdığı bir bariyerdir. ‘Gerçek yaşam’, bu kabuğun dışında sonsuz ihtimallerle beraber olanca gücüyle akarken insan neden kendini kabuğun içine hapsetmeyi seçer o zaman? Çünkü sonsuz olan yani sınırı olmayan insanı korkutur: Sınırsız özgürlük, sınırsız güç, sınırsız yaşam…
İnsan, hayatını ve şeyleri anlamlandırabilmesi için sınırlara ihtiyaç duyar ve bu yüzden varoluşunu çerçevelemenin bir yolunu arar durur. Sonuçta kendisini sınırların içine yerleşmiş olarak bulur. Kişi bir şeyin sınırını tayin edemediğinde ise içinde büyük heyecanla beraber kaygı da uyanmaya başlar. Kierkegaard'a göre kaygı, varoluşsal durumun beraberinde getirdiği bir hissiyattır. Varlığımıza içkin olan kaygının ortaya çıkmasını tetikleyen ise sınırsızın bilinmezliğidir. İnsan kaygıdan mümkün olduğunca kaçmak ister ki güvende olma hissini sürdürebilsin. Oysa güncel psikolojik araştırmalar bireyin gelişimi için optimal seviyede olan kaygının önemini ve gereğini vurguluyor. Kaygıdan kaçma çabası herhangi bir sebeple oluşmuş taze kabuğun daha da sertleşmesine, sınırlarının keskinleşmesine neden olabilir. Bu da kişinin farkına bile varmadan kabuğu tarafından kıstırılmasına yol açar. Doğası gereği, her anlamda büyüyen ve gelişen insan bu kabuğun içinde sıkışmışlık hissi tarafından kuşatıldığında, bu alan sadece gelişimi engelleyen bir alan olmaktan öte kendini gerçekleştirememenin sancılarının yaşandığı bir ekosisteme dönüşebiliyor. Oysa insanın hayatına anlam ve değer katma içgüdüsü varoluşundan gelmektedir. Varoluş özgün bir kendini gerçekleştirme halidir. Yani varoluş bir belirlenmemişliktir.
Kabuk başlıklı grup sergisi; tırtılın zamanı geldiğinde kozasından kelebek olarak çıkması gibi insanın da kendini gerçekleştirme sürecini kabuğun oluşum, kabuğun içinde geçirilen olgunlaşma evresi ve kabuktan çıkış evresi olarak üç ana bölümde araştırıyor. Sergi, insan tasarısı bir oluşum olarak kabuğu ele alırken, kabuğun içinden çıkmak için olgunlaşan kişinin kendi zamanını ve bu zaman geldiğinde içinde tuttuğu potansiyelinin dünyaya fışkırarak olasılıklarla buluşması ile varlığına anlam katma arayışı arasındaki bağ üzerinden kurgulanıyor.
Sergi; Ahmet Duru, Candan İşcan, Elçin Acun, İbrahim Karakütük, Phoebe Cummings, Mehtap Baydu, Tutku Bulutbeyaz, Yaşam Şaşmazer, Yuki Matsueda’ nın yapıtlarını bir araya getiriyor. Sergi mekanının giriş katı kabuğun oluşum evresinden kabuğun içinde olma durumunun yarattığı teslimiyeti farklı perspektiflerden izleyiciyle buluşturan eserlerden oluşuyor. Birinci kata geçilen alanda konumlandırılmış eserler ise, kabuktan çıkış sürecini düşünme imkanı sunuyor. Mehtap Baydu’nun birinci katta sergi mekanının ortasında konumlandırılmış Ben ve Herşey Arasındaki Mesafe isimli işi kabuğundan ayrılma metaforuyla izleyiciyi karşı karşıya bırakırken, kaygıdan özgürleşmeye giden süreci deneyimleneceği alana dair bir ipucu veriyor.