14.03.2025
Röportaj: Ezgi Oğraş - İllüstrasyon: Naz Tansel
Vuslat Saraçoğlu ile üretim yolculuğunun paradoksu
Kendine özgü üslubu ve çeşitli festivallerde elde ettiği başarılarla son yılların adından söz ettiren yönetmen ve senaristlerinden Vuslat Saraçoğlu, 21. Akbank Kısa Film Festivali’nin “Kısadan Uzuna” bölümünün bu yılki konuğu ve aynı zamanda Forum - Senaryo Yarışması’nın jüri üyelerinden biri. Yönetmenin Altın Lale ödüllü ilk uzun metraj filmi Borç ve kısa metraj belgeseli Müslüm Baba’nın Evlatları da festival seçkisinde yer alıyor.
17-27 Mart tarihleri arasında İstanbul’un iki yakasında, Beylikdüzü Atatürk Kültür ve Sanat Merkezi, Kadıköy Sineması ve Akbank Sanat’ta gerçekleştirilecek 21. Akbank Kısa Film Festivali öncesi; Vuslat Saraçoğlu ile sinema serüvenine, üretim süreçlerine ve festivale dair konuştuk.
Bilgi Üniversitesi’nin Sosyoloji ve Uluslararası İlişkiler bölümlerinde lisans eğitiminizi tamamladıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde Modern Türkiye Tarihi bölümünde yüksek lisans yaptınız. Sizi sinemaya yönlendiren süreci biraz anlatır mısınız? Sinema sizin için nasıl bir ifade alanı oldu?
Yüksek lisanstan önce sinemayla çok bir yakınlığım yoktu doğrusu. Sosyoloji alanında akademisyen olmayı planlıyordum. Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisans yaparken ders çıkışlarında Mithat Alam Film Merkezi’ne uğrayıp film alıyordum. Makale okumaktan yorulduğum zaman bu filmleri izliyordum. Bir süre sonra sinema beni çok heyecanlandırmaya başladı ve o alanda ne bulursam öğrenmeye çalıştım. Sinemaya daha fazla yoğunlaşmaya karar verince tez aşamasında yüksek lisansa ara verdim. Bir daha da dönemedim.
Sinema şu an için benim akıl ve ruh sağlığımı korumamdaki en büyük etmenlerden biri. Beni sıkan, yoran, ayağıma dolanan, mahveden, kahreden aynı zamanda coşturan ve mutlu eden her şeyi orada irdeleyip sağaltıyorum. (Tabii sinemaya müzik ve edebiyat da eşlik ediyor.) Ama ilk zamanlar sinemanın şu yönünü görüp büyülenmiştim: Normalde birisi size herhangi bir hatanızı söylese onu kabul etmek ilk etapta kolay olmayabilir, size parmak sallıyor gibi hissedebilirsiniz. Sinema aracılığıyla bir sürü şeyin muhasebesini kimsenin suçlayıcı tavrıyla karşılaşmadan, çok barışcıl bir ortamda yapıyorsunuz. Sanki orası herkesin herkesi koşulsuzca bağışlayabileceği bir alanmış gibi geliyor. Gerçek hayatta bu mümkün olmasa da bunun fikri bile çok rahatlatıcı.
Bu arada sinemanın akıl sağlığını koruduğunu söyledim ama zaman zaman akıl sağlığını bozmanıza da sebep olabilir. Çünkü bazen her aşamasında o kadar çok zorlukla karşılaşıyorsunuz ki... Ben o durumda da yine sinemayla toparlanmaya çalışıyorum. Böyle de bir paradoks var.
İlk yönetmenlik deneyiminiz, bir kısa film olan Kakafoni. Kısa film; teknik ve yaratıcı açılardan sizin için ne ifade ediyor? İki formda da deneyim kazanmış bir yönetmen olarak hangi noktalarda farklılaştıklarını ve ortaklaştıklarını söyleyebilirsiniz?
Kakafoni’yi ben yazmıştım ama Murat Düzgünoğlu ile beraber çekmiştik. Murat’ın deneyimine ve birikimine fazlaca yaslandığım için onu ilk filmim olarak görmekte zorlanıyorum biraz. Çünkü gerçek anlamda ilk film yapmak biraz da yüzme bilmiyorken suya atlamak gibi.
Tabii sonrasında çok fazla kısa film izledim, bu konu üzerine çok düşündüm. Şu anda da yapmak istediğim çok fazla kısa film projem var. İki uzun metrajın ardından neden kısa film çekmek istiyorum? İki form da farklı öykülemelere hizmet ettiği için. Bir kere bir karakterin, bir durumun betimlenmesi, bir topluluğa, bir kesime mercek tutulması gibi bir amacın kısa filmde pek işlemeyeceğini düşünenlerdenim. Çoğunluk filmini düşünelim mesela; bir üst orta sınıf panoraması olarak görüyorum o filmi. Üst orta sınıfı gözeneklerine kadar incelemeniz için sakin akan bir zamana ihtiyacınız var. Oraya salına salına bakmanız gerekiyor. Anlatının kompakt olması ya da zaman kısıtlaması bulunmamalı böyle bir salınma durumunda. Şu hâliyle çok başarılı bulduğum Çoğunluk filmi 30 dakikanın altına düşse, yeterince betimleme yapamadığı için bir anda mesaj veren bir hâle bürünebilir gibime geliyor.
İyilik kavramı üzerine derinlemesinde sorular sormayı hedefleyen, alt orta sınıfa mensup bir matbaa çalışanının toplumsal değerlerle ilişkisine yakından bakmayı hedefleyen Borç için de geçerli bu. Kardeşlik ilişkisini detaylıca masaya yatırmaya çalışan ve hafızayı irdelemeye çalışan Bildiğin Gibi Değil de aynı şekilde. Ama Kakafoni olay ağırlıklı, karakterlerin detaylarından çok temsillerin önemli olduğu, bir şeyi uzun uzun tartışmaktan ziyade ahlakın göreliliğini ifade etmek gibi net bir meramı olan bir film. Elbette bu söylediğimden kısa filmlerin mesaj veren filmler olduğu düşüncesi çıkmasın. Pekala bir duygu ya da durum da anlatılabilir. Ama uzun metrajdaki gibi “Haydi ben şu ‘kahramanın yolculuğu’ aşamasında rahat rahat sahne yazayım” tarzı bir tercih yapılabileceğini de düşünmüyorum.
Kısa filmde az sürede çok şey anlatma ihtiyacından dolayı çok fazla temsili unsur kullanma gerekliliği doğuyor. Doğru bir öyküleme yapmak da ciddi bir yetkinlik ve olgunluk gerektiriyor bence. Bir kere yaptığınız herhangi bir hamle o kısa süre içinde kocaman bir kütleye dönüşebilir. O kütleyi yumuşatıp yayacak alanınız olmayabilir. Bu fazla vurgulu bir yakın plan da olabilir, duygu tonu çok yüksek bir sahne de... Her tercihiniz çok büyük duracağı için bu riski bertaraf edecek yöntemler geliştirmek lazım. Mesela yakın zamanda yoksulluğu anlatmayı amaçlayan bir kısa film izledim. Karakterin yoksul olduğuna dair üç sahnenin peş peşe gelmesinin ardından film boğuldu gibi hissettim. Verilmek istenen mesajlar, izleyicinin üstüne boca olmuş gibi duruyordu. Aynı film uzun metraj olsaydı eminim arada bu vurguların seyreleceği anlar olacaktı. O zaman şunu düşündüm: Keşke karakterin yoksulluğunu anlatan üç sahne yerine aynı işlevi yerine getirebilecek, iyi bir ses tasarımıyla desteklenmiş daha derinlikli, ezber bozucu ve vurucu tek bir sahneyle anlatsaymış yoksulluğu. Bu son verdiğim örnekte de görüyorum ki kısa filmin kendine has teknik gereksinimleri de var. Aynı işlevdeki sahnelerle boğmak yerine, post-prodüksiyon aşamasında yapılacak bazı tercihlerle kısa filmde “an”ların gücü ve etkileyiciliği arttırılabilir.
21. Akbank Kısa Film Festivali’nde de gösterilecek olan Müslüm Baba’nın Evlatları adlı kısa metraj belgeselinize sizi yönlendiren motivasyonları merak ediyorum. Müslüm Gürses’in kendisi yerine kitlesini mercek altına alma ve bunu belgesel formatında anlatma tercihi nasıl şekillendi? Önümüzdeki dönemde de belgesel türünde çalışmalara devam etmeyi düşünüyor musunuz?
Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisans yaparken müzik sosyolojisi üzerine çalışıyordum. Makale yazmak için konu araştırdığım zamanlar, Müslüm Gürses’in “İtirazım Var” şarkısını “İhtiyacım Var”a dönüştürüp televizyonda söylediği, kola reklamlarında bırrr’ladığı zamanlara denk gelmişti. Müslüm Gürses hayranları bu dönüşüm hakkında ne düşünüyorlar acaba diye düşündüm. “İtirazım Var’dan İhtiyacım Var’a Müslüm Gürses Hayranları” diye bir makale konusu belirledim ve Müslümcülerle tanışmama vesile olan saha çalışmaları yaptım. Karşılaştığım hayran profilinin televizyondan bize sunulan, zihnimizdeki portreyle alakası yoktu. Müslümcülerin “baba”larıyla bağı klasik bir hayranlık durumundan çok daha öte bir durumdu. Onları iyice tanıdıktan sonra şunu da fark ettim: Makale yazarak ben onlar adına konuşuyorum. Oysa benim kendimi işin içine sokmadan onları dinlediğimiz; onların hayatlarına, yaşadıkları bu sıra dışı bağlılık türüne tanıklık ettiğimiz bir çalışma yapmalıyım. Bu da ancak bir belgesel olabilir diye düşündüm ve ortaya Müslüm Baba’nın Evlatları çıktı. Müslüm Gürses’e mikrofon yönelten çoktu; bana göre asıl ihtiyacımız olan, haber programlarında “jiletçi” paketi içinde, yer yer çarpık bir imgeyle gösterilen, aslında hiç tanınmayan ve görülmeyen bir kitleyi görünür kılmak ve onları dinlemekti.
Aslında Borç’tan sonra gerçekleştirmeyi çok istediğim Artık Çok Geç isimli bir belgesel projem vardı, mümkün olmadı maalesef. Yeni uzun metraj kurmaca filmimin senaryosu tamamlandıktan sonra belki tekrar girişirim o işe.
“Kısadan Uzuna” bölümünde gösterilecek Borç’la Altın Lale başta olmak üzere çeşitli ödüller kazandınız. İlk uzun metrajınızda yakaladığınız bu başarı, sizin için nasıl bir dönüm noktası oldu? Festivallerden ve izleyicilerden aldığınız geri dönüşler sizi nasıl etkiledi veya etkiledi mi?
Elbette bu ödülden dolayı çok mutlu oldum. Anlaşıldığımı hissetmek bana güç verdi. Festivallerde Borç kanalıyla sorduğumuz sorulara yenisini eklemek, izleyicilerle zaman zaman felsefenin alanına giren bir konuyu tartışmak çok haz verici bir deneyimdi. Fakat yine de ödülün hayatımda ciddi bir dönüm noktası oluşturduğunu söyleyemem. Ödülden önce yetersizliklerime ve yetkinliklerime nasıl bakıyorsam ödülden sonra da öyle baktım. Ödül almasaydım nasıl yaparsam, yine öyle yaptım çalışmalarımı.
Borç, iyilik mefhumunu ve iyi insan olma sorumluluğunu bir aile hikâyesi üzerinden anlatıyor. Filmin dikkat çeken yanlarından biri, Türkiye toplumuna ve kültürel kodlarına dair incelikli gözlemi. Bu hikâyeyi senaryoya dönüştürme fikri nasıl doğdu? Filmin nasıl bir toplumsal portre sunması fikriyle hareket edildi?
Kötülük konusu çok farklı taraflarıyla irdelenirken, iyilik çoğunlukla tek boyutlu şekilde ele alınan bir başlıkmış gibi geliyordu bana. Mesela kötü bir karakter yaratılırken altı hep daha çok doldurulmaya çalışılıyor, neden “kötü” olduğuna dair pek çok sebep aranıyor ama iyi karakterler bir oranda verili kabul ediliyor. “Bu kişi neden kötü?” kadar “Bu kişi neden iyi?” sorusu da önemliydi benim için. Sonra şu soruları da sordum kendime: “İyiliklerimiz görünür olmasa onları yine de yapmaya devam eder miyiz?”, “İyilik yaptığımız kişi bize teşekkür etmese ne hissederiz?”, “İyilik yapmak içimizden mi geliyor, yoksa bize öyle öğretildiği için mi iyi olmaya çalışıyoruz?”, “Yoğun bir emekle oluşturulmamış bir şeyi birine sunmak gerçekten iyilik midir?”...
Bunları zihnimde döndürürken ortaya Tufan karakteri çıktı. Tufan hayatımın hemen her aşamasında denk geldiğim bir figürdü. Kimseye rahatsızlık vermeyen, herkese yardım etmeye çalışan, herkesin “ne kadar iyi” deyip geçeceği türden biri. Tufan gibi birisi normal davranışlarının, standart, ezberlenmiş tepkiselliklerinin işlemediği ara bir alanda ne yapar diye sormak istedim. Sordukça konu daha da derinleşti; Tufan’ın ayrıntılarına girmek, haritasını çıkarmaya çalışmak daha da önemli hâle geldi. Onun her bir refleksinin, davranışının, bocalamasının ardında pek çok toplumsal kodu okumanın mümkün olduğunu farkettim.
Tufan’a olan yaklaşımımda beni koşulsuz sahiplenme ve yargılamalardan alıkoyan bir şeyler vardı. Yazım süreci, öncesi ve sonrasında Tufan’a karşı hep çok karmaşık duygular içinde oldum. Bir taraftan içimi ısıtıyor, bir taraftan kaçma isteği uyandırıyordu. Bir taraftan benden biri, bir taraftan benimle alakası yok gibi duruyordu. Bir yanım şefkat duyuyor, bir yanım “normal”liğini ürkütücü buluyordu. Bu karmaşık hislerin filmi olumlu bir yere taşıyacağını düşündüm. Diğer karakterlerde de aynı şeyi gözetmeye çalıştım. Keskin bir tavırla, nihai bir analizle yaklaşamayacağım kadar tanıdık karakterlerdi; benden ve sevdiğim pek çok kişiden izler taşıyorlardı. Öyle kişiler yaratmak istedim ki “Bizim Hacı Abi’ye ne kadar benziyor!” ya da “Vay be, aynı bizim Şükran Abla!” densin ve biz bu karakterlerin verili kabul ettiğimiz, normalde üzerinde hiç durmadığımız hâlleri üzerine biraz daha detaylı düşünme fırsatı bulalım.
Oyunculuk, yapımcılık, yönetmenlik ve müzisyenlik gibi farklı alanlarda çalışmalarınız var. Sizi bu çeşitliliğe yönlendiren itkiyi nasıl tanımlarsınız? Bu disiplinler arasındaki etkileşim, yaratıcı sürecinizi nasıl besliyor?
Yapımcılığı mecburen ve hiç sevmeyerek yapıyorum. Neden yapmak zorunda olduğum başka bir konu, ona da başka bir mecrada ayrıca değiniriz.
Oyunculuk da çok büyülü bir ifade alanı ve yönetmenlik açısından çok besleyici. Başarabileceğim rollerin altına girip ortaya hakkı verilmiş bir performans çıkarmanın tatmini çok büyük olur ama benim ancak zaman zaman yapabileceğim bir şey; sürekli yapabileceğim bir şey değil doğrusu. Senaristliğimi ve yönetmenliğimi besleme durumunu aşıp onlara engel oluşturma noktasına gelirse sürdüremem çok zor. Çünkü iki gün yazmadan bilgisayarımdan uzak kalayım, fenalık geçiriyorum ben! Beynimdeki karmaşayı yazarak organize ediyorum.
Akbank Kısa Film Festivali’nin bir parçası olmakla ilgili hisleriniz neler? Aynı zamanda, Senaryo yarışması olan Akbank Kısa Film Forum’da jüri üyesi olarak yer alıyorsunuz. Sizin için nasıl bir anlam taşıyor?
Yıllardır uzaktan takip ettiğim köklü ve prestijli bir yapı. Oraya yolu düşmüş arkadaşların kariyerlerinde önemli dönüm noktalarına karşılık geldiğini de gözlemliyorum. Kısa filmin destek kanallarının bu kadar dar olduğu bir alanda filmleri daha senaryo aşamasından desteklemek çok kıymetli ve örnek oluşturması gereken bir yaklaşım. O sebeple ayrıca mutluyum.
Yine çeşitli festivallerde gösterilen son filminiz Bildiğin Gibi Değil yakında vizyonda. Ufukta gözüken, üzerinde çalıştığınız yeni projeleriniz mevcut mu?
Evet, Bildiğin Gibi Değil 25 Nisan’da vizyonda olacak. Ekip olarak çok heyecanlıyız. Şu sıralar üçüncü uzun metraj film projemin senaryosu üzerine çalışıyorum. Bu sene bitmeden fon arayışlarına başlamayı planlıyoruz.