03.10.2020
Usta piyanist ve besteci Kerem Görsev, 1990’lı yıllarda yayınlanan ilk albümü Hands & Lips ile kendini tanıttığından bu yana, kaydettiği albümler, yaptığı işbirlikleri ve hazırladığı programlarla Türkiye’de cazın en tanınmış isimlerinden biri oldu. Dopdolu geçen müzik kariyerinin ilk yıllarından beri de Akbank Caz Festivali’nin en sevilen konuklarından bir tanesi. Festival 30. yılını kutlarken, biz de kendisine festival anıları, bu kutlamaya özel hazırlanan albümdeki parçası ve Türkiye’deki caz gelişmeleri hakkında sorularımızı sorduk.
Röportaj: Leyla Aksu
İllüstrasyon: Saydan Akşit
Altı yaşından beri enstrümanınızın başındasınız. O zamandan bugüne enstrümanınızla olan ilişkiniz nasıl gelişti? Piyanonun başına oturduğunuzda ne hissediyorsunuz?
Bu 88 siyah-beyaz tuş, benim için her zaman bir sihir. Çünkü benim ilk oyuncağım, rahmetli babamın aldığı bir duvar piyanosuydu. O oyuncakla arkadaşlığım hâlâ devam ediyor. Tabii ondan sonra bu oyuncak değişti; bazen kuyruklular oldu, bazen duvar piyanoları oldu... Ama o piyanonun başına oturup ona güzel güzel dokunduğun zaman, sana her seferinde mutluluk veriyor. Sen piyanoya kötü davranmazsan, piyano sana asla kötü davranmaz. Çok önemli bir konu bu. Evet, piyano aynı bir vahşi at gibidir; senin acemi olduğunu anlarsa, sana iyi randıman vermez. Tabii benim artık acemilik dönemlerim geride kaldı. Piyanoya oturduğum zaman daha iyi zapt edebiliyorum onu, istediğim şeyleri yapmaya çalışıyorum. Ama yine de tam istediğim şeyleri yapamıyorum. Kimse de yapamamıştır, ben de yapamayacağım.
Akbank Caz Festivali’nde şimdiye dek birçok farklı başlık altında performanslar sergilediniz. Sizin için festival kapsamındaki en özel olan konseriniz hangisiydi? Neden?
Söyleyeyim, dün gibi hatırlıyorum. Ya 1995 ya 1996 yılıydı Akbank Caz’da. O zamanlar da benim yeni albümüm çıkmıştı. Eric Revis‘le birlikte çalıyorduk. Resim-heykel müzesinde iki gün üst üste (ilk günün biletleri tükendiği için bir gün daha eklenmişti) şimdi dünyaca ünlü bir kontrbasçı olan Amerikalı Branford Marsalis’le çalıyorduk sahnede. O zamanlarda dosttuk. Çok mutlu olmuştum. Albümüm de çıkmıştı, duo olarak çalmıştık. Ama ondan sonra defalarca kez değişik değişik projelerde çaldım. Hepsinin benim için çok farklı duygusu, hissiyatı var. Ama bu Akbank’ta ilk çaldığım konser olduğu için, onu hiçbir zaman unutamayacağım. Çok mutluydum, çok keyifli bir konser olmuştu.
Festival 30. yılını kutlarken, siz de ilk yayınınız Hands & Lips’ten bu yana 26 yılı geride bıraktınız. Bu dönem boyunca Türkiye’de caz adına gözlemlediğiniz değişiklikler, sizi heyecanlandıran yenilikler neler?
Yeni jenerasyonda bu müziğe inanan, caz müzisyeni olan çok sayıda insan olmamakla birlikte, işini inanarak yapan çok iyi müzisyenler de var. Türkiye’nin nüfusu 80 milyon ama 20-30 kadar kişi çıkar geleneksel caz çalan. Tabii sırf geleneksel değil, akustik cazdan bahsediyorum; yani elektrik olmayan. Kendi müziklerini çalanlar da var onların içinde, ben de onlardan biriyim. Yani kulvarımız mainstream sound’ları, ama ben hep kendi bestelerimi çalıyorum. Şimdi o kulvarın içinde genç müzisyenler de var. Hakikaten gurur verici gelişmeler var Türkiye’de.
Peki festivalin 30. yılı için bir de özel bir albüm hazırlanıyor, siz de bu albümün bir parçasısınız. Sizin için bu albüme dahil olmak nasıl bir deneyimdi? Albümde yer alacak kayıt hakkında ipuçları alabilir miyiz?
Albümde çaldığım parçanın ismi “Cash or Credit.” Hani Amerika’da gider bir yere oturursun, nakit mi vereceksin, kredi kartı mı vereceksin diye sorarlar ya, oradan geliyor esprisi. Geldik, Volkan [Hürsever], ben, Ferit Odman, trio konseptimizde çaldık. Tahta müziği yaptık yine, oradaki pek çok grup gibi. Sevdiğimiz, inandığımız, hissettiğimiz notalara bastık. Güzel bir iş oldu. Yani hem gençler hem de bizim gibi yaşı biraz daha büyük gençler var. Türkiye caz sahnesinde yer almış, dünyada kendini tanıtmamış insanlar da var. Mesela Aydın Esen de var o projede ve bunlar çok önemli şeyler. Benim için de keyifli oldu tabii ki. Bir de şunun için iyi; Türkiye caz tarihi için bir belge oldu o. Belge eksikliğimiz var bizim Türkiye caz tarihinde. 30 tane grup varsa, nereden baksanız 90-100 tane müzisyen eder. Akbank’ın sayesinde bir araya geldi bu müzisyenler. Çok iyi oldu.
Kariyeriniz boyunca Türkiye’de cazın adını duyurmak için birçok farklı proje ve programda yer aldınız. Bu projede yer alan sanatçıları bir arada görünce aklınıza neler geliyor?
Aklıma ne geliyor biliyor musun? Bak sana şimdi kısaca bir tane şey söyleyeyim, sen hemen oradan çıkar. Harlem’de bir tane fotoğraf vardır, caz fotoğrafı. Bilir misin?
Evet, tabii ki, biliyorum.
İşte bu da onun Türkiye’de geç yapılmış bir hali, diyelim. Çünkü mesela insan isterdi ki burada Erol Pekcan olsun, Selçuk Sun olsun, Elvan Aracı olsun; aramızda olmayan caz müzisyenleri olsun, Nükhet Ruacan olsun, Nükhet Aruca olsun... Pek çok müzisyen vardı aramızda olmayan. Bu iş 15-20 sene kadar erken yapılsaydı farklı olurdu. Biz o zaman daha genç olurduk, şimdiki olanların çoğu olmazdı… İşte zaman dediğimiz böyle bir şey. Neyin ne olacağı belli olmuyor. Ama bu güzel bir şey. 30 müzisyenin kurduğu gruplardan çıkan şeyler hakikaten birer belgedir.
2019’da çıkan son albümünüz Perfect Balance’da uzun zamandır beraber çaldığınız Ferit Odman, Kağan Yıldız ile birlikte saksafonda Ernie Watts da size eşlik etti. Watts’la yollarınız nasıl kesişti, nasıl bir araya geldiniz, kayıtlara nasıl bir hava kattı?
Ernie Watts bildiğin gibi bugün dünyada 1.700’den fazla albüm kaydına girmiş. 10 sene Rolling Stones’la çalmış, 13 sene Quartet West’le, Alan Broadbent’le çalışmış. Biz de Ernie’yle birlikte 2010’da ilk kaydımızı yaptık. Londra Filarmoni’yle yaptığımız Therapy albümümüz. Therapy için Alan Broadbent, Ernie Watts, ben ve Ferit gitmiştik Londra’daki Abbey Road Stüdyoları’na. Ondan sonra turneler yaptık. Sonrasında da Ernie’yle Emirgan, Four Days ve Perfect Balance albümlerini yaptık. Demek ki 10 sene içerisinde dört tane albüm yaptık ve onlarca konser verdik yurtdışında ve Türkiye’de. Bir efsanedir o. Ben kimle çalarsan çalayım bir şeyler kapmaya çalışırım. Mesela şimdi Türkiye’de on beş, on altı yaşında olan Hakan Başar diye bir müzisyen var. Bu çocuğa çok dikkat etmek lazım. Şu anda Türkiye’de böyle bir genç yetenek daha yok. Bu çocuğa her açıdan çok destek olmamız lazım. Bak olay nerelerden nereye gelmiş. Al sana bir tane aydınlık, genç bir çocuk. Çok da iyi piyano çalıyor, çok iyi geliştirecek kendini. Dünya da sesini duyabilir, kimsenin yapamadığı şeyleri yapabilir.
Bir röportajınızda, yanlış hatırlamıyorsam 2010’dan bir röportajınızda, caz için “yaşanmışlıkların hikâyesi” tanımını yapmıştınız, bir “masal anlatma sanatı” demiştiniz.
Aynen öyle. Caz, uzun yaşanmışlıkların hikâyesidir.
Peki dünya olarak geçirdiğimiz bu zorlu dönemde caz size ne ifade ediyor? Bu sıralar üzerinde çalıştığınız bir şey var mı, belki günümüzden izler taşıyan?
Yeni dört, beş tane parça yazdım. Var, ama ben sütten kesildim yani. Yeni yeni toparlanıyorum daha, yaklaşık iki aydır yazıyorum bir şeyler. Yeni albümüm Perfect Balance’ın çıkmasından sonra bir patladı bu Corona virüsü olayları... Köydeydim zaten, kapandık. Bütün dünyayı izlemekten, onu bunu yapmaktan müzik çalacak ruhum yoktu, sütten kesilmiştim. Yeni yeni normale dönmeye başlıyorum. Ama Corona virüsü de artmaya başlıyor. Bakalım, başımıza daha neler gelecek. Ders oldu böyle bir tuhaf bir şey. Ama ortalık normale dönünce yeni parçalarımı Amerika’ya gidip kaydedeceğim. Kafamda güzel şeyler var.