29.09.2020
Bir süredir Tokyo’da yaşayan Selen Gülün, Akbank Caz Festivali’nde uzun yıllardır sahne alan, çok daha öncelerinden beri de festivali takip eden bir müzik insanı. Solo üretimleri, iş birlikleri, akademik çalışmaları ve geçtiğimiz sene hayata geçirdiği plak şirketiyle müziğin farklı noktalarına temas ediyor. Kendisiyle hem Akbank Caz Festivali’nin şehir kültüründeki önemine hem de müzikal üretimlerine dair bir sohbete koyulduk.
Röportaj: Cem Kayıran
İllüstrasyon: Saydan Akşit
Akbank Caz Festivali kapsamında ilk verdiğiniz konser ne zaman ve neredeydi? Şimdi o güne dönünce neler hissediyorsunuz?
İlk defa 14. Akbank Caz Festivali’nde, 10 Ekim 2004’te Selen Gülün Trio olarak Patrick Zambonin (elektrik bas) ve Jörg Mikula (davul) ile birlikte Babylon’da çalmıştık. Çok heyecanlı bir konserdi. Şimdi düşününce hâlâ heyecanlanıyorum. Pozitif’in 2010’da bastığı trio albümüm Answers’ın ilk adımlarının atıldığı konserdir. O albüm, Tokyo’da listelere girdiği için benim Japonya’ya taşınmama uzanan süreci başlattı. Babylon konseri sonrasında 2006’da aynı ekiple başka bir Akbank Sanat etkinliği için buluşmuştuk. Answers’ın kaydını da hemen bu konserin ardından yapmıştık.
Peki Akbank Caz sahnesinde ilk kez dinlediğiniz ve çokça etkilendiğiniz müzisyenler kimler?
Hatırladığım kadarıyla 2. Akbank Caz Festivali’ydi, Cecil Taylor’ı ilk defa canlı izlemiş ve büyülenmiştim. Kendini ve ânı çalmaya bırakmanın nasıl bir şey olduğunu, sadece notaları doğru çalmanın değil; aynı zamanda tınıya odaklanmanın gerekliliği üzerine düşünmemi sağlayan bir deneyim olmuştu. John Zorn "Masada", Henry Threadgill "Very Very Circus Plus" ilk aklıma gelen isimler.
Festivalin 30 yaş albümü, Türkiye’nin caz müzik tarihine ışık tutacak. Sizce bu albümün gelecek nesillere vereceği en önemli mesaj ne olacak?
Benim için Akbank Caz, 30 senedir süregelen bir kültürel etkinlik olarak kendi dilini yaratmayı başarmış; cesaretli programıyla, yenilikçi bakış açısı ve caz müziğinin farklı jenerasyonlarından insanları değişik projelerde bir araya getirebilmesiyle diğer festivallerden ayrı bir yerde duruyor. Bu tip sanatla birebir ilintili festivalleri genellikle şehir hayatına ait etkinlikler olarak görüyoruz. Akbank Caz Festivali gibi festivallerin kalıcı bir etkisinin olması, bir kültüre dönüşmesi zaman alıyor. Yani anlatmaya çalıştığım, festivalin kalıcılığını sağlayabilmesi için akıp giden hayat içinde bir dil oluşturabilmesi gerekliliği. Bu albümü, özellikle interaktif bir proje olarak pandemi gibi kritik bir dönemi arşivleyip aktarabilecek olması açısından önemli bir çaba olarak görüyorum. Parçası olduğum için mutluyum. Müzik, şehir kültürünü en açıktan ve kolayca takip edebildiğimiz bir sanat dalı. Fikir alışverişi, bir kaynaşma hâli sonuç olarak ortak bir dile dönüşüyor. Bu albümde 30 kişi, 30 ayrı orijinal müzik var. Ben kendiminkini bir sipariş olarak algılayıp tam da içinde bulunduğumuz duruma göre ama geçmiş bilgimle yazdım, çaldım. Mesajın ne olduğunu kime ulaştığını zaman içinde göreceğiz bence.
Bir süredir yaşadığınız Tokyo ve İstanbul’un caz sahneleri / kültürleri arasında ne gibi ortak noktalar ve ayrışmalar var?
Tokyo’da sanatın her kolu ile iç içe yaşamak bir alışkanlık, ama müzik bambaşka bir yerde duruyor Japonlar için. Özellikle caz. Caz müzisyeni olduğunuzdan bahsettiğiniz en ufak bir muhabbette bile bir anda ekstra ilgi ve sevgiye maruz kalıyorsunuz. Hele de besteciyim derseniz! Ben Tokyo’ya ilk ziyaretimi Answers albümü konseri ve imza günü için yapmıştım 2015’te. İnsanlar ellerinde CD’leri ve hediyelerle geldiler imza gününe. Harika bir histi. Japonya’da birisini keşfetmiş olmak çok önemli dinleyici için. Tüm dünyanın en büyük ikinci müzik sektörü gibi gözükse de satışlar anlamında baktığında Amerika’nın önünde. Çalanıyla, yazanıyla, kaydedeni, işleyeni ve dağıtanıyla gerçek bir sektör. Elini kolunu sallaya sallaya gidip, ben geldim diye çalamıyorsunuz Japonya’da. Çalışma izniniz olmadan illegal bir şekilde kulüplerde çalmanıza izin verilmiyor. Blue Note, Cottonclub, Alfie gibi kulüplerle çalışabilmeniz için menajerinizin olması gerekiyor. Çaldığınız gecelerde parçalarınızın listesini veriyorsunuz lisanslı kulüpler telif ödemesi yapabilsinler diye. Sadece Tokyo’da 150 civarı aktif caz kulübü var.
26 Ocak’ta doğum günümde konserim vardı bu sene. Sadece o gün kaç konser var Tokyo’da diye Google’dan baktım, 200’den fazlaydı. Bunların hepsi irili ufaklı da olsa caz performansları! Yani sadece bu anlamda karşılaştırdığımızda bile aradaki farkın ne olduğunu net görebiliyoruz. Bir de dinleyici arşivci. Konserlerde CD, plak alıyor. Dinleyip ikinci el satışa veriyor. Böyle bir piyasa var. Semtlerdeki mekânlarını sahipleniyorlar. Düzenli gidip performansları dinleyip birkaç içki içip hem mekân hem de müzisyenleri koruma altına alıyorlar. Ben bu duruştan çok etkileniyorum mesela. Çalışan kesimin bunu sorumluluk olarak görmesi, önemsemesi şehir hayatını yaşanır kılan eylemlerden biri. İstanbul’da dinleyici ne kadar önemsiyor kulüplerin açık veya kapalı olmasını görüyoruz, yaşıyoruz özellikle pandemi ortamında. Bir de İstanbul’da her yerde pop müzik çalar, ve nedense çok yüksek sesle çalar. Tokyo’da 7/24 makul bir seviyede caz çalıyor! Biz burada 5 bilemedin 6 kulüpte sığışıp çalmaya çalışıyoruz, iki şehir festivalinde sırayla çalmayı bekliyoruz. Özel sektörün de iyileştirme ile ilgili pek bir şey yaptığını görmedik burada. Kulüplerde çalınan müziği sanatla değil alkol ve eğlence ile karıştıran kesim müzisyenlerin ürettiklerini de elbette görmezden geliyor. Diyeceğim o ki aradaki ayrışma net, sayılarda mevcut.