06.02.2020
Yazı: Leyla Aksu
İllüstrasyon: Saydan Akşit
Performans sanatının öncüsü, savaşçısı, rahibesi, büyük annesi... Birçok isimle anılan Marina Abramović, 50 yılı aşkın kariyerinde performansı sanatın ücra köşelerinden alarak popüler kültürün göbeğine taşıdı. 1970’lerden bu yana, vücudu temel ortamı olarak konumlandıran beden sanatı geleneğinde icrasını sürdüren Abramović, gittikçe yalınlaşan bir dille sanat ile seyirci arasındaki ayırımı kırmaya, dayanıklılığını sınamaya devam ediyor. Ay sonunda retrospektif sergisi Akış/Flux ve Türkiye’den performans sanatçılarına yaptığı açık çağrı ile Sakıp Sabancı Müzesi ve Akbank Sanat’ın İstanbul’da ağırlayacağı Abramović’in sanat dünyasının farklı kolları üzerindeki etkisine kısaca göz atıyoruz.
Belgrad’da güzel sanatlar öğrencisi olarak çalışmalarına başlayan Abramović, ilk olarak 1960’ların sonuna doğru performansa yöneldi. Kökleri Fütürizm ve Dada’ya uzanan, 50’li ve 60’lı yıllarda Joseph Beuys gibi isimler ve Fluxus sanatçılarıyla gelişen performans sanatı, zaman bazlı, kendine özgü kuralları olan gerçek ve geçici deneyimler yaratmaya odaklanıyor. Kendini altı saat boyunca galeridekilerin ellerine bıraktığı Rhythm 0’dan (1974) halk şarkılarını söylerken dört gün boyunca kanlı inek kemikleri temizlediği, Venedik’ten ödülle dönen Balkan Baroque’a (1997), Abramović’in bedenini sürekli olarak türlü riske tabi tutması, zihin ile bedenin sınırlarını araştırması ve zamanın olabilecek en basit hareketler üzerindeki etkisini gözler önüne sermesi birçok farklı dala izini bıraktı.
Sanatçının hemen ardından gelen Shirin Neshat ve Tania Bruguera gibi işlerinde bedeni ön plana çıkaran yakın dönem akranları ile yeni kuşak sanatçılarından Amanda Coogan ve Melati Suryodarmo gibi onlarca öğrencisi ve iş birlikçisi bulunuyor. Abramović’in 2010’da MoMA’da (New York) gerçekleşen retrospektifi The Artist is Present’ın müzenin performans sanatına adanmış en büyük sergisi olması ve ziyaretçi rekorlarını kırmasıyla da bu yeni dalga yalnızca sanatçılar arasında değil, sanatseverler ve sanata erişim sağlayan kurumlar nezdinde de görünürlük kazandı.
Projelerini en baştan itibaren kamerayla belgelemesiyle sanatta film kullanımının da öncülerinden olan Abramović’in zamanı ele alışı ve performanslarında sağladığı uç koşullar da birçok yönetmene ilham verdi. Onu esin kaynaklarından biri olarak sayanların arasında Matthew Barney ve Ragnar Kjartansson gibi video sanatçıları ve sıkça beraber çalıştığı yönetmen Matthu Placek yer alırken, Abramović’in bu kulvardaki varlığı, müzik klipleriyle tanıdığımız Nabil, kısa metrajlarına ilham verdiği Jun Diaz ve beraber birçok projeye atıldığı ortağı James Franco’nun çalışmalarında da görülebiliyor.
Yakın dönemde müziğe olan ilgisini de arttıran Abramović, Igor Levit ile beraber düzenlediği “Goldberg” (2015) Bach dinletileriyle özel bir dinleme deneyimini seyircilerle buluşturdu. Kendisine ilham olan divaya adadığı The Seven Deaths of Maria Callas operası ise bu yıl görücüye çıkıyor. Pop müziğin performans sanatıyla buluşması Abramović’ten öncesine dayanıyor tabii, ancak geçtiğimiz yıllarda sanatçının pop dünyasındaki etkisi de yeni bir boyuta ulaştı: Abramović’ten etkilenen Djrum veya MNDR gibi daha deneysel sanatçıların yanı sıra, “Picasso Baby” (2013) klibi için Jay-Z’nin gerçekleştirdiği altı saatlik performans Abramović’in The Artist is Present’ını uyarladı. Sanatçıyı başlıca ilham kaynakları arasında gösteren Lady Gaga ise Abramović metodunun en tanınmış öğrencilerinden oldu. Elbette sonuncu fakat bir o kadar da önemli olarak, sanatçının uzun dönem iş birlikçisi, yakın arkadaşı ve cenazesinde şarkı söylemesini vasiyet ettiği Anohni (Antony & the Johnsons) var.