22.06.2018
Yazı: Leyla Aksu
İllüstrasyon: Saydan Akşit
Karanlığın Prensi, Büyücü ve Cazın Picasso’su… Miles Davis, sanat kariyeri boyunca birçok unutulmaz ve emek isteyen albüm yarattı, mütevazı bir şekilde “müziğin yüzünü beş ya da altı kez” değiştirdi ve kültür tarihimize büyük ve silinmez bir iz bıraktı. Parçalayıcı, yıkıcı ve sürekli olarak gelişen Miles Davis, müziğe 17 yaşında başladı. “Cool Jazz”ın doğuşundan önce, idolleri Charlie Parker ve Dizzy Gillespie’ye sahnede eşlik ettiğinde sadece bir yıl geçmişti. Sonrasında bebop’a şekil verdi, kendi markası Harmon Mute’u yarattı, modal müzikle deneyler yaptı, funk ve rock dünyalarına yöneldi ve 1980’lerle birlikte pop müziğe bile daldı. Yeni ve eski işbirlikleriyle her zaman yenilikçi yaklaşımlara doğru yönelen Davis, müziğin ötesinde yaptıklarıyla bir ikondu. Karakteristik tarzı ve sanatından yemek yapmaya ve boksa olan tutkusuna, Miles Davis’in diğer ilgi alanlarına ve müziğinin ardında kalanlara hızlı bir bakış…
Stil
Miles Davis her zaman güzel ve zarif giyinirdi; Marcus Miller’a göre onun moda anlayışı, “kim olduğuna ve kendini nasıl sunmak istediğine dair bir ifadesi”. Terzilikle ilgili hisleri, “her zaman öldürmek için giyinen” annesinden miras kalan Davis, kendisine kıyafetler veren Coleman Hawkins’le birlikte “etraftaki en temiz kedi” olarak tanımladığı Dexter Gordon’dan ilham alıyordu. Müzisyenin moda seçimleri inanılmayacak derecede ilham verici oldu ve müziğiyle doğru orantılı olarak zamanla birlikte değişti.
Erken dönemlerinde gıcır gıcır Ivy League tarzıyla ya da kendi sözleriyle “havalı, siyahımsı bir İngiliz tarzı”yla caz sahnesini ele geçiren Davis, gösterişli ve dar spor ceketler, düğmeleri kapalı Oxford tişörtler, Brooks Brothers takımları, kolalı yakalar ve makosen ayakkabıları benimsemişti. O zamanlarda bile giyimindeki havalılık detaylı ve fazlasıyla ilgi çekiciydi. Milestones kapağında giydiği yeşil gömlek, 1950’lerin sonlarında Londra’da her yerdeydi.
1960’larda Davis’in tarzı değişti ve bu dönemle birlikte daha salaş giyinmeye başladı. Sahnede daha rahat hareket etmek isteyen müzisyen, Afrika dashiki’lerinden gevşek kesimli Hint gömleklerine yönelen müzisyenin bazı kıyafetleri Jimi Hendrix’in bir zamanlar alışveriş yaptığı Greenwich Village’dan çıkıyordu. Yine de Davis, 1970’lerde yeni bir estetiği benimsedi. Süslü İspanyol paçalar, püsküller ve devasa güneş gözlükleri… Bu kez her şey çok daha fazla göz alıcı, daha renkli, coşkulu, funky ve riskliydi.
Son olarak, 1980’lerde Davis görünüşünü bir kez daha güncelledi ve Japon tasarımcılar Kohshin Satoh ve Issey Miyake’nin stiline yöneldi, hatta Satoh için Andy Warhol’la birlikte modellik yaptı. Görünüş şekli, yaptığı şeyin bir parçasıydı ve 50 yıldan fazla bir süre için, Herbie Hancock’un sözleriyle, “Miles her zaman en havalı olandı”.
Ressam
Kimi zaman gözlerden kaçsa da, sanat Miles Davis’in bir diğer büyük tutkusuydu. Hayatının her aşamasında resim ve çizimler yapan Davis, 1980’lerin başlarında taslaklarını çok daha ciddi bir şekilde yapmaya başladı. O zamanlarda onu tanıyanlara göre, Davis neredeyse tüm gün çizim yapıyor, hatta bazı röportajlara elinde taslaklarını çizdiği defteriyle gidiyormuş.
Resimlerinde cesurca renklendirilmiş soyut işler ve taslaklarında da örülmüş figürler yaratan sanatçının bazı en bilindik çalışmaları albümlerinin kapaklarını süslendirdi ve müziğini temsil etti. 1983’te yayımlanan Star People ve öğretmeni ve sonrasında eşi olan sanatçı Jo Gelbard’la 1989 yılında hazırladıkları Amandla bunlardan bazıları.
Gelbard’ın dışında Davis’in birlikte çalıştığı diğer sanatçılar arasında Willem de Kooning, Jean-Michel Basquiat, Corky McCoy ve Abdul Mati Klarwein bulunuyor. Ayrıca Davis, Spike Lee’nin çektiği “Tutu Medley” videosunda da resim yaparken görülüyor. Yaratıcı dışavurumunun bir başka boyutu olarak Davis’in sanat çalışmaları çeşitli sergilerde görücüye çıktı ve ölümünün ardından birkaç kitapta yayımlandı.
Aktör
Miles Davis’in müziği onlarca yıldır soundtrack’ler için vazgeçilmez olmaya devam ederken, şarkıları The Wire, Mad Men, West Wing ve Treme gibi dizilerde ve Pleasantville, The Talented Mr. Ripley, Zodiac ve Hidden Figures gibi filmlerde kendine yer buldu. Davis ayrıca, birkaç kez ekranlarımızı da onurlandırdı.
Aslında yalnızca birkaç cameo yapmış olan Davis, ilk olarak 1985 yılında Miami Vice’ın bir bölümünde rol almıştı. Sonrasında Bill Murray filmi Scrooged’da, David Sanborn, Larry Carlton ve Paul Shaffer’la birlikte “We Three Kings”i çalan bir sokak müzisyeni olarak karşımıza çıktı.
1991 yılında, ölümünden hemen önce Davis, son sinema oyunculuğunu Dingo filmi için yaptı. Avustralyalı sinemacı Rolf de Heer’in yönettiği film, tutkulu bir müzisyenin idolü ve ilham kaynağı trompetçi Billy Cross’u bulma yolunda çıktığı cazla harmanlanmış yolculuğunu konu ediyor. Filmde Billy Cross performansıyla hafızalarda yer eden Davis, soundtrack için de Michael Legrand’la birlikte çalışmıştı.
Aşçı
Birbirinden farklı sanatsal tutkularına ek olarak, Davis yemek için de büyük bir aşk besliyordu. Otobiyografisinde yemek yapmaya nasıl başladığını anlatan müzisyen, yemeği çok sevdiğini ama yemek için dışarı çıkmaktan nefret ettiğini söylüyor ve yemek yapmayı öğrenmeyi, bir enstrüman çalışmaya benzetiyor.
Soul ve Fransız mutfağına eğilim gösteren Davis, İtalyan dana pirzolası, kızarmış balık ve insanlara yayılan tek tarifi Miles’ın Güney Chicago usulü acı biberli makarnası gibi özel tariflere sahipti. Davis her ne kadar yemeğinde kullandığı malzemeleri açıklamasa da yanında neyle birlikte servis etmeyi tercih ettiğini paylaşmıştı. Daha sonra ilk eşi Frances, Davis’in babasından öğrendikleri farklı bir acı soslu yemek tarifini paylaşmıştı. Söz konusu tarif, So What isimli biyografik kitapta da yer alıyor.
Boksör
Son olarak, çocukluğundan itibaren bir boks hayranı olan Davis’in kesinliği ve disipliniyle bu spordan ilham aldığı ve onu bilimle kıyasladığı biliniyor: “Boksun da müzik gibi bir stili var.” Profesyonel boksör Stan Levey’le birlikte yaşayan, boksör Sugar Ray Robinson ve stil sahibi orta siklet boksör Johnny “Honey Boy” Bratton’la yakın arakadaş olan ve Roberto Duran’la antreman maçları yapan Davis, nihayetinde bu spora kendini Verdi ve sıklıkla farklı boksörlerle birlikte çalıştı.
Davis’in boks ve müziğe olan sevgisi, kendisinden dünyanın ilk siyahi ağır siklet şampiyonu Jack Johnson’ı konu edecek bir belgesel için müzik yapması istendiğinde tam anlamıyla kesişmiş oldu. Efsanevi müzisyen kendini tamamen bu spora ve Johnson’ın kariyerine adadı. Söz konusu kayıtlara otobiyografisinde değinen Davis, boksörlerin dans-vari hareketlerini, yaklaşan bir trenin sesleri ve ritmi gibi müziğe yansıtmaya çalıştığını söylüyor. Sonuçta Jack Johnson Sessions, 1970 yılında dört aylık bir süre zarfında kaydedildi ve Davis’in elektrik yıllarından nadir bir tat.