15.03.2021
Röportaj: Biçem Kaya
İllüstrasyon: Saydan Akşit
17. Akbank Kısa Film Festivali’nin “Kısadan Uzuna” programında, son olarak prömiyerini Moskova Uluslararası Film Festivali’nde gerçekleştiren Gölgeler İçinde filmiyle karşımıza çıkan Erdem Tepegöz var. Yönetmenin ilk uzun metrajı Zerre’nin yanı sıra kısa filmleri de festival seçkisinde yer almakta.
Festival öncesinde, Erdem Tepegöz’e sinemasına dair merak ettiklerimizi sorduk.
İlk olarak geçtiğimiz yılın etkileriyle başlayalım. Çok önemli kırılmalar yaşandı ve durumdan en fazla etkilenen alanlardan birindesin. Pandeminin yaşandığı bir dünyada yönetmen olmak nasıl bir ruh halini beraberinde getiriyor?
Ekonomik olarak tüm projelerin ve işlerin askıya alınması, yorucu ve stresli bir süreci doğururken; toplumsal olayların ve krizlerin sanatsal anlamda farkındalığı arttırdığını ve sorgulamaları şekillendirdiğini düşünüyorum. Rahat insan her şeyi avunma için yapıyor ama kriz anında varoluşunu ayakta tutmak için, beyin mekanizmasını daha çok çalıştırmaya başlıyor. Bu da fiziksel bir gözlem ve üretim olmasa dahi, yaratısal ve kavramsal olarak insanı daha üretken yapıyor. Bu açıdan değneğin bir ucunda zorluklar ve belirsizlik ağır basarken, diğer ucunda tüm dünyanın birbirine tahminimizden daha bağlı olduğunu anlamaya çalıştığımız ve farkındalık üzerinde düşündüğümüz yeni üretim ve anlatım biçimleri ile mecraları yer alıyor.
WhatsApp’a taşınan oyunlar, çevrimiçi gösterimler derken filmleri ve performansları gittikçe daha fazla küçük ekrandan takip etmeye başlar olduk. Nitekim geçtiğimiz yıldan beri yönetmenlerin ve sinemaseverlerin filmlerin mekanında, sinemalarda seyirciyle buluşması konusundaki kaygısı ve girişimleri çok konuşulmakta. Sen bu noktada nasıl bir tavır alıyorsun?
Sinema salonlarını çok seven ve salona her girdiğimde büyülenme hissine sahip olan biri olsam da asıl olanın hikâye anlatıcılığı olduğunu düşünüyorum. Mecraların bu kadar çok tartışılması aslında içinden geçmekte olduğumuz sürecin doğal bir seleksiyonu. İlk dijital kameralar çıktığında da aynı tartışmalar vardı. Eminim ki sinema da ilk ses, ilk renkli film veya TV bulunduğunda da benzer tartışmalar yaşanmıştır. Hikâye anlatıcılığı şekli ve mecrası ne olursa olsun bitmez. Gün gelir rüyalar kurgulanır veya yapay zekalar film çeker, hikâye yazar yine benzer tartışmalar sürebilir ama sonuç insanın diğer insanı merak etmesinden ve kendini aramasından başka bir şey değil. Ama ilerleyen süreç için sinemaların daha butik bir yapıda ve az salonlara sahip olacağını; film festivallerinin daha niş bir alana ve daha deneysel ve farklı, yenilikçi işler için mecra olarak önem arz edeceğini ve dijital platformların ana akım olarak daha agresifleşeceğini düşünüyorum. Bu üç tip mecradaki işlerin kesin çizgilerle ayrılacağı kanaatindeyim.
Belgesel, kısa film, müzik klipleri ve uzun metraj çalışmalarla karşımıza çıkıyorsun. Metraj ve türler arasındaki geçişlerde motivasyonunu ne sağlıyor? Öte yandan sosyal-gerçekçi temaları dert edinen bir yönetmensin. İlham kaynağı meselesine nasıl bakıyorsun?
Önemli olanın hikâye anlatmak olduğuna inandığım için, türler aslında ikinci planda kalıyor. Her türün ve mecranın kendine göre bir anlatım gücü, avantajı ve dezavantajı bulunması sebebiyle çoğu tür ve mecrayı deneyimlemeyi değerli olarak görüyorum. Belgesel ve belgesel fotoğrafla uzun süre ilgilenmemin bana sosyal gerçekçi bir disiplin kattığını düşünüyorum. Özellikle bir seçtiğim bir tema değil aslında. Yaptıklarınız çalışmalarınız bir süre sonra üzerinize siniyor. Düşündükleriniz, gördükleriniz içinizden çıkıyor.
İlham kaynağı meselesi çok kişisel bir alan, herkes için farklı çalışan bir servis sağlayıcısı gibi. Bana daha çok farklı alanlarda çalışmalar ilham veriyor. Antropoloji üzerine yüksek lisans yapıyorum ve toplumu, insanı düşünmek farklı bir perspektif katıyor. Ayrıca son yıllarda makine öğrenmesi üzerine epeyi okuma yapıyorum, o da bana anlatmak istediğim hikâyeler için yenilikçi fikirler sağlıyor.
Kıyıdakiler’de Barış Pirhasan, Alphan Eşeli, Melisa Önel, Ramin Matin’in ve senin kısa filmlerinin yer aldığı bir ortak çalışmaya imza attın. Paranoya duygusunu bizlere anlattığın bu çalışmanda ses tasarımı son derece önemli bir noktadaydı. Farklı lens denemeleriyle çekimler alıyorsun ve filmin yapım aşamasındaki her süreçte yer almayı önemseyen bir yönetmensin. Peki projenin tekniği ile içeriği senin sürecinde ne şekilde ilintilenmekte? Yoksa bunları ayrı mı tutuyorsun?
Başka yönetmenlerle ve farklı teknik ekip ve ekipmanlarla çalışmak farkı üslup ve biçimleri öğrenirken, hepsini aynı potada eritmek de yeni deneyler yapmanı sağlıyor. Teknolojiye ve sinema ekipmanlarına merakı olan biriyim. Her işim öncesi mutlaka uzun süre teknik testler yapıyorum. Gölgeler İçinde filmi öncesi görüntü yönetmenimle birlikte yoğun lens ve ekipman seçimi gibi filmin görsel dünyası üzerine çalışmalar testler yaptık. Biçimin becerisinin içeriği daha çok ortaya çıkardığını düşünüyorum. İkisinin kesinlikle iç içe geçmiş olduğunu madde ve mana gibi görünen ve görünmeyen yönler olarak düşünüyorum.
Akbank Kısa Film Festivali "Kısadan Uzun" programında gösterilecek Zerre’den sonra ikinci uzun metraj filmin Gölgeler İçinde’de başka bir üretim ortamını, başka bir emekçi yaşantısını mercek altına almaktasın. Belgesel geçmişini de hesaba kattığımızda konu edindiğin yaşantıları dokümanlaştırma, gerçek yaşantılardan kesitleri görünür kılma gibi bir amacı da var çalışmalarının. Bu noktada mekân seçimlerinin çok çarpıcı olduğunu belirtmek gerek. Zerre’de gerçekliğe başka boyut katan Dolapdere’deki doku, Gölgeler İçinde’de Gürcistan’ın maden kasabasındaki yapıların yıkıntı estetiği sunan atmosferi her iki filmi âdeta ete kemiğe büründürmekte. Bu iki uzun metraj çalışmanı devam eden bir seri olarak mı kurguladın? Mekân arayışlarında ne gibi bir rota izlersin?
İki filmde de gerçek çalışan mekânlar içinde üretim yapıyor olmak, bende hep bir deney sahasının içinde çalışma yapıyor hissi veriyor. Sanki arkeolojik bir kazı alanında iğnelerle toprağı kazıp, tarih öncesi insanını araştırıyormuş gibi. Sonuçta sinemada ve hikâyelerde bir şey arıyoruz. İnsan nedir, neden böyle davranır, yaşadıklarımız, kader, davranışlar, olaylar, duygular bütün bu kavramlar için sinema ve içerdiği mekânların dili bize yardımcı olan bir zemin sunuyor. İşte o mekânlar insanı ve hikâyeleri içine alan bir kutu gibi hikâyelerden ayrı düşünülemez. O açıdan bende önemi büyük. Gölgeler İçinde filminde mekân tamamen filmin bir karakteri gibi soluk alıyor, düşünüyor, tepki veriyor.
Uzun araştırmalar sonucu mekânı bulduğumda, mekândan bağımsız çoğu detayı önceden senaryoda tasavvur ettiğimi fark ettiğimde şaşırmıştım. Mekânı bulduktan sonra, mekândaki gerçekçi bazı detayları da senaryoyu değiştirerek hikâyeye sızdırdım.
Gölgeler İçinde’de, gerçekliği ele alış şeklin daha önceki çalışmalarına göre, gerçek olanla gerçek üstüyü harmanlayan daha farklı bir kurguya sahip. Nitekim bilim kurgu türüne olan merakını da takipçilerin olarak biliyoruz. Bu türle ilgili ileriye yönelik projelerin var mı? Bilim kurgu uyarlamasına imza atmak gibi bir fikre sıcak bakıyor musun?
Bilim kurgu bize gerçekliği farklı bir açıdan deneyimleme şansı veriyor. Genellikle gelecek ile ilişkilendirilir bilim kurgu ama geçmişi anlamak ve farklı yaşam biçimlerini görerek test etmek ve zaman-mekânı anlamak için birçok disiplini test edebileceğiniz bir saha etkisi de veriyor. İnsanlık uzay yolculuklarını, zaman yolculuğunu, robot kavramlarını ilk bilim kurgu edebiyatı sayesinde tanıdı; bilimsel veriler veya makaleler ile değil. Hayal gücü ve düşünce gücü gerçeklikten ve zamandan çok daha farklı işliyor. Bilim kurgu da bu düşünce gücünü maddeleştirip gözlemlemek için muazzam bir tür.
Anlatmak istediğim birçok bilim kurgusal hikâye var. Uyarlama da yapmayı düşündüğüm çok eser var. Umarım gerçekleşebilir.