28.01.2021
Uzun süredir üretim ortaklığı yapan Deniz Özçelik ve Enver Muhamedi, duo performanslarıyla 28 Ocak’ta Akbank Sanat YouTube kanalına konuk oldu. Konser öncesinde iki müzisyenle geride kalan yılı ve ülkedeki caz atmosferini konuştuk.
Röportaj: Biçem Kaya
İllüstrasyon: Saydan Akşit
Deniz Özçelik & Enver Muhamedi Duo’yu 28 Ocak günü Akbank Sanat YouTube kanalında, dijital ortamdan izleme şansına eriştik. Seyircinin performansı ekrandan takip etmesi senin için nasıl bir durum oluşturuyor, müziğe nasıl yön veriyor?
D. Ö: Pandemi başladığından beri birçok kez yurtdışı platformlarında, birkaç kez de canlı yayın şeklinde evden canlı performansım oldu. İlk başta gerçekten kendi kendime çalıp söyler gibi hissediyordum, ama bu şekilde çaldıkça dinleyenlerin varlığını yanımda hissedebilmeye başladım.
Sanırım hepimiz bu sürece alıştık, alışmak zorunda kaldık. Bu durumun bizi ekranlarla duygusal bağ kurmaya zorlaması aslında çok avantajlı bence. Çünkü derin iletişim kurmanın, beraber proje ve iş yapmanın bölgesel ve fiziksel sınırlaması tamamen kalktı. Dünyanın öbür ucundaki arkadaşlarımla çok daha fazla iletişim kurmaya başladım. Bu durumun geçici olması motive eden şey olsa bile, aslında pandemi bittiğindeki rahatlama-tepki süreci geçtikten sonra bence online konser ve paylaşımlar aynı hızda devam edecek.
Öte yandan… Aslında dezavantajlarından konuşmak istemiyor olabilirim. Ama konuşmak gerekiyor. Müzik sektörünün aldığı yaraları sarması için, konserlerle, müzik etkinlikleriyle ekranlardan bağlanabilmek ve paylaşabilmek çok elzem.
Duo projesine gelince, Enver’le çok uzun zamandır müzik paylaşımı içerisindeyiz, doğaçlamayı temel alan ve anda evrilen bir tarzımız olduğunu düşünüyorum. Beraber yaptığımız şarkıları çok yakında dinleyiciye kavuşturmayı planlıyoruz.
Pandemi süreci kimi farkındalıklar ve gerekli sorgulamaları da beraberinde getirdi. 2020 kişisel ve müzikal anlamda seni nasıl etkiledi, ne gibi farkındalıklar oluşturdu?
D. Ö: Zaman müziğin en temel değişkeni olduğundan, zamanla bağlantım müziğimi de direk etkiledi. Daha sakin sularda ne kadar detaylı ve derin üretime geçebileceğimi fark ettim tekrar. İstanbul’da şehrin içinde bir yerden öbürüne gitmeye çabalarken maruz kaldığım betonarme gürültüden bir nebze dahi uzak olmak çok iyi geldi. Yoga ve sporda da bir derinleşmeye gittim. Gün boyu kesintisiz müzik dinlemeyi ve çalmayı çok özlemiştim, bunları yapma fırsatım da oldu.
Pandemi, çok sevdiğim dansa ve oyunculuğa daha fazla vakit ayırabilmemi sağladı. Bunun yakında projelerime de yansıyacağından eminim, bu konuda heyecanlıyım.
Olumlu yanlarından bahsetmek daha keyifli; ama sahne özlemiyle gerçekten yanıp tutuşuyorum. Müzisyen arkadaşlarımla bir araya gelip, seyirciyle aynı ortamda çalmayı o kadar çok özledim ki.
Sanatın ve müziğin maddi ve manevi açıdan hak ettiği değeri alamaması bu süreçte çok daha fazla belirginleşti ne yazık ki. Yapılan yardımlar var ama ne yazık ki yetmiyor. Birçok müzisyen arkadaşım müziği bıraktı, başka işlerle uğraşıyor. Enstrümanlarını satanlar çok fazla. Sokak müzisyeni bile görsek boş geçmemeliyiz. Açık havada verilen konserlerin, festivallerin olması, Patreon sitesi gibi bağış içeren sanat içerikli sitelerin ülkemizde de yaygınlaşması bize biraz olsun nefes aldıran, sahne sağlayan Akbank Evin Caz Hali serisi gibi konser fırsatlarının artması hem dinleyiciler için hem biz müzisyenler için çok güzel olacak.
Caz ile farklı müzik türlerini bir araya getirmeyi seven, çok yönlü ve deneyselliğe önem veren bir müzisyensin. Sınırların daha da muğlaklaştığı, kavramların iç içe geçtiği ve kategorilerin bir nevi yıkıldığı günümüzde sence caz ne yönlere evrilmekte?
D. Ö: Caz müziği başladığı yerden yayılıp evrilerek tüm dünyayı kaplayalı çok uzun zaman oldu, tanımında doğaçlama içermesi dışında net bir öğe kalmadığını düşünüyorum. Post Bop dönemine kadar en azından bir kalıbı ve sınırları vardı diyebiliriz, ama ondan sonra işler değişiyor. Caz artık içinde doğaçlama barındıran birçok müziğin adı olmuş durumda.
Bence caz New Orleans’dan çıkıp yayılmaya, big band’ler kurulmaya başladığında gelişim konusunda klasik müzikle yarışmaya başladı zaten. Bir süre sonra Debussy’nin elinden bayrağı aldı ve bir araya getirme, değişimleri yakalama konusunda en öncü müzik türü oldu uzun bir süre. Şu andaki durum biraz daha farklı; müzik stilleri de üretilen müzik miktarı gibi logaritmik arttığı için yelpaze çok genişledi ve ben bu yelpazede caz çatısının yüzdesi azalmış gibi hissediyorum. Miles Davis’in “Bir trafik kazasının sesi bugün 30 yıl öncekiyle aynı değil” diye bir sözü var müzikteki değişimi ifade ederken. Caz kavramı da bu hayata adapte olarak ve genişleyerek değişiyor diyebilirim.
Bir röportajında farklı karakterlere sahip olduğundan bahsetmiştin. En uzun gece anlamına gelen Yelda isimli karakterin var ve ilk solo albümünde bu karakter başrolde. Yeni albümün ve Yelda hakkında bizlerle neler paylaşabilirsin?
D. Ö: Bu, bestecilerin ve performans sanatçılarının çokça kullandığı bir yöntem aslında. Sahnede ve hayal dünyasında kendine bir persona yaratmak. Birçok müzisyen direkt müziğini yapan personaya mahlas koyarak bunu en baştan yapıyor; örneğin Daft Punk , Sun Ra... Bazıları da, performans ve üretim esnasında ortaya çıkarıyor.
Esperanza Spalding, bunu bir performansında çok güzel açıklıyor; onun Emily karakteri, onun olduğu, olması gereken ve olacağı tahmin edilen şahsi özelliklerin hepsinden muaf. Böyle olunca yaratıcılığın önüne geçen o korkuyu devredışı bırakmış oluyorsunuz, zihin yüklerinden kurtulup özgürleşiyor, müzik akıyor. Becca Stevens’ın Regina’sı, David Bowie’nin Ziggy Stardust’ı, Prince’in Camille’i...
Benim besteciliğimde tarz ve üslup sınırları yok, o yüzden halden hale, şekilden şekile girebilen bir ses ve müzikle yaşıyorum. Birkaç tarz bir araya gelince onları gruplayıp isim veriyorum. Yelda şu anda en hoşuma giden şarkılarımın olduğu grup. Bu karakterim de çok karanlık duygularla ağır dalga geçerken onları hala derinlemesine hisseden halim gibi.
Tabii müziği duydukça bu ifadelerim daha çok anlam bulacak, paylaşmak için sabırsızlanıyorum.
Ev stüdyonda, farklı grupların yanı sıra kendi müziğinin de aranjmanını ve prodüktörlüğünü kendin yapıyorsun. Yalnız ama bir yandan da kişiyi özgür kılan bu çalışma pratiğinden birkaç detay verebilir misin? Geleceğe yönelik kendi yapım şirketini kurma gibi planların var mı?
D. Ö: Yalnız evet, ama benim odamın içi hep çok kalabalık. Çünkü dinlediğim müzikler, çalan insanları odama getiriyor benim için. Onların müziğini sindirdikçe, benimseyip içselleştirerek onların yarattıkları evreni dolaştıkça bir sürü insanla tanışıyorum ve bakış açım genişliyor gibi hissediyorum. Bilmiyorum, ya da delirdim!
Kendi dünyamda üretmeye odaklandım, diyebilirim. İnsanlarla bir araya gelip çalıp söylemeyi, seyircilerle göz göze bakmayı ne kadar özlediğimi fark ettikçe burada sıkışmış enerjiyi hayal gücüme aktarıyorum. Çalışma pratiğimde oldukça fazla hareket var. Temel rutinlerin yanında bolca dans ederek şarkı söylüyorum. Dans, spor ve yogayla yaşıyorum. Bazen de Abramoviç metodu gibi zihni kalıplarını gevşetip anda akmaya teşvik edebilecek aktiviteler, beni ve müziği hem diri tutuyor, hem şevk ve motivasyonumu muhafaza etmeme yardımcı oluyor. Bir de, şu anda hepimiz aslında fiziksel bağlantı olmadan da ne kadar çok paylaşım yapabileceğimize tanıklık ediyoruz. Belki de görmediğimiz birçok şeyi görüyoruz, anlamadığımız şeyleri anlıyoruz. Burada çok fazla çalışacak işleyecek malzeme çıkıyor zaten.
Şu anda geleceğe yönelik net planım yazdığım onca şarkıyı, maddi manevi kaygı gözetmeden en organik, en saf halleriyle sizlerle buluşturmak. Başka bir sürü şey var tabii ki ama her şey yaşadığımız bu durumların akışında şekillendiği için net bir şey söyleyemiyorum.
Sosyal medya ve çevrimiçi platformlarla ulaşılabilirliğin arttığı yeni bir dönemdeyiz. Sence platformların dinleyiciye sağladıkları ulaşım hızı müzikte daha özgür olmayı, kalıpları esnetmeyi de beraberinde getiriyor mu?
D. Ö: Hem getiriyor, hem götürüyor o esnekliği. Çünkü internete ne kadar çok müzik yüklenirse o kadar seçenek artışı ve o kadar az dikkat edebiliyoruz hepsine. Birini ya da birkaçını seçip içinde derinleşmek zorlaşıyor. Bu dinleyici tarafından yaşanan durum olsa da, müzik üreticileri en çok dinleyen insanlardır aslında. Ve müzisyen derinleşemedikçe ürettikleri de eli mahkûm sakin ve derinlemesine hazmedilebilecek müziklerden ziyade -kısa süre dikkat ayrıldığında ifadesini yansıtması gereken- ürünlere dönüşüyor.
Bunun dışında, müzik platformları sayesinde müziği çok kolay yollardan paylaşabiliyor ve dinleyebiliyor olmak özgür-bağımsız ve organik müziklerin daha kolay dinleyici bulabilmesini sağladı. Bu müziğin genel kalitesi için çok güzel bir haber. Tabii bu platformlardan müzisyene düşen gelirlerin azlığı ve yine bir sanatın değersizleşmeyle karşı karşıya olması konusunu göz ardı etmemek lazım.
28 Ocak günü Akbank Sanat YouTube kanalında izlenebilecek Deniz Özçelik & Enver Muhamedi Duo performansından dinleyici neler beklemeli? Bazı ipuçları ve detaylar paylaşabilir misin?
E. M: Uzun süredir Deniz ile beraber müzik yapıyoruz, farklı formatlarda. Trio, duo ve daha büyük ensemblelarda. Doğaçlamayı seviyoruz ve müzikal zevklerimiz uyuştuğu için birbirimizi destekliyoruz, projelerimize de müzikal bir zemin hazırlıyoruz. Performanslarımız interaktif doğaçlama gibi oluyor, dinleyicinin en çok heyecanlandığı nokta bu bence çünkü bilindik bir şey dinlemiyorlar. Bu sefer biraz değişik olacak. Ağırlıklı Deniz’in sürpriz aranjmanlarıyla karşınızda olacağız. Umarım beğenirsiniz.
Basla olan ilk tanışma ve ona aşık olma hikayeni kısaca anlatabilir misin?
E. M: Tefta Tashko müzik okulunda 7 sene klasik gitar okudum. Kontrbasın yanında elektrik bas da çalıyorum ama tam geçiş lisede oldu. Kontrbas bölümüne geçiş yaptım. İki nedeni var.
Birincisi müzik dinlerken hep bas odaklı dinliyordum, zevk aldığım veya transkript ettiğim müzikler hep bas ağırlıklıydı. İkincisi ise Kosova’da kontrbas çalan müzisyen sayısı yok denecek kadar az. Bu benim için önemli bir nokta. Oradaki kontrbasçılara motivasyon verme ve örnek olma sorumluluğunu almış oluyorum ister istemez ki bu beni mutlu ediyor.
Son olarak Kosova’ya ithaf ettiğin, Letter to K isimli ilk solo albümünü yayımladın. İlk solo albümlerin müzisyenler için çok özel olduğundan söz edilir. Albümden nasıl dönüşler aldın ve senin için nerede durmakta bu çalışman? Solo albümü üzerinde çalışan Deniz Özçelik ile neler paylaştınız bu konuda?
E. M: İlk albümüm Letter to K maalesef çok güzel bir döneme denk gelmedi. Turnesini, lansmanını düşündüğümüz albüm pandemi dönemine denk geldi ve her şey iptal oldu doğal olarak. Ona rağmen güzel geri dönüşler aldım, Türkiye'den olsun yurt dışından olsun. Beni motive eden geri dönüşler almak şimdiden yeni müzikler yazmaya başlamamı sağladı. Tabii mümkün olan ilk fırsatta Letter to K’in lansman konserini düşünüyorum. Çünkü albümde yer alan değerli müzisyen arkadaşlarımın da en büyük isteği o şu an.
Heyecan verici yeni nesil caz müzisyenleri arasında yer alan bir isim olarak rock müzik ile de sıkı bir bağın var. Senin için caz ve rock nasıl noktalarda kesişiyor?
E. M: Son senelerde, özellikle pandemi sürecinde kendime yeni müzikal yollar ekledim. Bestecilik, prodüksiyon, film müziği gibi alanlar, benim asıl alanım olan Kontrbas/Elektronik Bas’a ve müziğe farklı perspektiflerden yaklaşmama sebep oldu. Diğer yandan caz dışında, performans ve bestecilik açısından rock müziği, son zamanlarda daha da az olsa bile, benim için önemli bir müzikal zevk ve icra konumundadır. İkisi her ne kadar farklı tınlasa ya da görünse bile temelde tavır olarak birbirini besleyen tarzlardır; en azından bende öyle.