30.05.2019
Yazı: Leyla Aksu
İllüstrasyon: Saydan Akşit
Uzun yıllardır Nordik tonunun yaratıcıları, “ECM sound”u ve Avrupa cazının öncüleri arasında anılan Norveçli saksafoncu ve besteci Jan Garbarek’in berrak ve keskin tınısı, sanatçının kendi yolculuğu kadar çeşitli iş birlikleriyle beraber yeni ile eskinin arasında seyrediyor. Garbarek, kuruluşunun ardından ECM kadrosuna en erken katılan isimlerden biriydi ve bu neredeyse 50 yıllık ortaklık ilk andan itibaren iki taraf için de tanımlayıcı oldu. Efsanevi plak şirketi, Garbarek’in zaman ve sınıflandırmanın dışına taşan müzikal keşiflerinin değişmez adresi olageldi.
En erken yıllarında “müziğe karşı kesinlikle herhangi bir düşkünlük beslemiyor” olsa da, Garbarek 14 yaşındayken caza can alıcı bir giriş yaptı: “Coltrane’i radyoda duydum ve bu her şeyi değiştirdi... Arkadaşlarımla dışarıdaydım, sonra herhalde hava kararıyor diye eve döndüm ve onu duydum; bir şey beni durdurdu.” Aradan çok zaman geçmeden ailesinden bir saksafon isteyen Garbarek, bundan yalnızca bir yıl sonra ülkesindeki amatör caz yarışmasını kazanarak kariyerine atıldı ve 17 yaşına geldiğinde de besteci ve teorisyen George Russell’ın yanına katılarak hayat değiştirecek bir müzik eğitimini deneyimlemeye başladı. Garbarek, ECM’in kurucusu Manfred Eicher ile de Russell’la turnedeyken tanıştı ve efsanevi prodüktör, onu bir grup kurup Oslo’daki bir stüdyoda kayıt yapmak üzere davet etti.
Piyanist Keith Jarrett ve gitarist Terj Rypdal’in yanı sıra, bu buluşmadan sonra Garbarek de ECM’in bilinegelen, kendine özgü doğaçlama havasını biçimlendiren sayılı sanatçısından biri oldu. Şirketin erken yıllarını, “O zamanda çok yaratıcı bir atmosferdi. Hepimiz bir şekilde fikirler üretiyorduk ve her şey çok serbest ve özgürdü,” sözleriyle anlatan sanatçının klasikleşen ECM çıkışı Afric Pepperbird (1970) ise, bateride Jon Christensen, basta Arild Andersen ve gitarda Terje Rypdal ile iki gecede kaydedilmiş, ateşli bir füzyon ve özgür caz harmanı yaratmıştı. Garbarek’i “doğuştan doğaçlamacı“ olarak vasıflandıran ve grubun bu özgür kayıt sürecinin başında duran Eicher bu kaydı, “özel bir şey yakaladığımızı biliyorduk” diye tarif etti.
Garbarek’in bunu hemen takip eden yayınları (sanatçının Norveç halk müziğini kullanışının ilk örneklerini barındıran, 1972 çıkışlı, fırtınalı Triptykon ve çok sevilen Garbarek-Stenson dörtlüsünün ateşli avant-garde caz cover’larından oluşan koleksiyonu Witchi-Tai-To) onun özgün üslubu ve doğal doğaçlama yetisinin müjdecileri oldu. 1970’li yıllarda Keith Jarrett’la da beraber çalışan Garbarek, Palle Danielsson ve Jon Christensen ile ünlü piyanistin Avrupa dörtlüsünde çalarak tanınırlığını daha da arttırdı ve Eicher’ın önayak olduğu bu ortaklık, ECM kataloğunun en özlü caz albümlerinden birkaçını üretti.
Bunu izleyen yıllarda, gittikçe uzayan bir iş birlikçi listesi ve genişleyen ilham kaynakları ile Garbarek, küresel bir keşif ve çeşitliliğin yolunu tuttu. Bu dönemde gitarist Egberto Gismonti, klavyeci Kjell Johnsen ve perküsyoncu Nana Vasconcelos gibi sanatçılarla kayıt yapan müzisyen, Afro-Latin ritimleri, Nordik melodileri ve synthesizer’ları kendi müziğinin bünyesine almaya başladı. 1980’li yıllar, aynı zamanda Garbarek’in en kilit ortaklıklarından olan, ECM ailesinden gitarist Bill Frisell ile iş birliğini de doğurdu. Aynı dönemde Uzak Doğu’ya dönerek kendi tonal niteliklerini farklı müzikal geleneklere bandıran Garbarek, Nusrat Fateh Ali Khan, Trilok Gurtu, Zakir Hussein ve Ravi Shankar gibi isimlerle çalıştı.
Hem Garbarek hem de ECM için bir başka dönüm noktası sunan albüm ise 1993 tarihli Officium oldu. Hilliard Ensemble vokal topluluğu ile Gregoryen ibadet müziğine yapılan bu yolculuk, kariyerinin en başarılı girişimlerinden biriydi. Avusturya Alplerinde bir manastırda kaydedilen ve ses ile saksafonu incelikle birbirine ören albüm, Avrupa pop müziği listelerine girerek daha sonraki yıllarda bu iş birliğinin devamı olacak üçlemesinin önünü açtı. Kısa bir aradan sonra gelen ve Grammy ödülüne aday gösterilen 2004 tarihli In Praise of Dreams ise Garbarek ile viyolacı Kim Kashkashian’ın sade bir buluşmasıydı ve (şaşırtıcı bir şekilde) Jan Garbarek Group’un ilk resmi canlı albümü olan Dresden (2009) onu birkaç yıl sonra takip etti.
1970’lerden bu yana, Garbarek’in sivri saksafonu bir kulağını yerlisi olduğu Norveç’in halk müziğine çevirerek, arada sırada da rock‘n’roll, ambient ve bazen de tartışıldığı üzere New Age’in eşiğine göz kırparken, caz, klasik müzik ve çeşitli dünya müziği gelenekleri arasındaki bağlayıcı doku oldu. Hem başını çektiği hem de grup üyesi olduğu sayısız ECM albümünde boy gösteren sanatçı, özgün dokunuşu, sessizlik anlayışı ve karakteristik tutumuyla her kaydında yeni alanlara açılıyor. “Diyebilirsiniz ki bir müzisyen olarak hayatım ECM’in evinde geçti.”